Evet, "2010 Türkiye'sinde halkımız ne durumda? Barışık mı, Yoksa, yek diğerine küs mü?... Muhakkak ki küs değil. Ama hiç olmazsa umutlu olsun değil mi!... Hayır değil! Ve zaten olamaz da! Çünkü, olsun gazeteler ve olsun Tv kanallarındaki iç karartıcı oturum ve dizi-fılmleri vs. halkımızın ruhunu karartmakla da kalmadı. Adeta canından bezdirdi!... Bu niçin böyledir? Bu vahim noktalara nasıl gelindi? Niçin bizim gazetelerimizin çoğunluğu "biz olmaktan" çıktı. Niçin bizim Tv kanallarımızın çoğunluğu "biz olmaktan" çıktı!... Parlamenterlerimiz, Tv oturumcularımız, gazetelerde dirsek çürüten kalem erbaplarımız vs. dikkatlere çektiğim bu hayati faktörü hiç düşündüler mi?.. Hayır, koca bir hayır! Zira onlar çok mu çok büyük meselelerle uğraşıp, mücadele verdiklerinden; küçük meselelerle uğraşacak zamanları olmamıştır ve hâlâ olamamaktadır!.. Benim cefakâr okuyucularım çok iyi bilirler; bendeniz çoğu zaman küçük meselelerle uğraşır, zamanımı onunla tüketirim. Zira sizler de bilirsiniz ki; büyük meselelerin halledilebilmesi için, küçük meseleleri gözardı etmemek, başlıca kuraldır. Lâkin, bizim: Parlamenterlerimiz, bürokratlarımız, hükümetimiz, muhalefetimiz yazılı, sesli ve görüntülü basınımız, kalem erbaplarımız vs. hiçbir zaman bu ince çizgiyi görememiş ve de görene de burun kıvırmışlardır. Zira, onlar; nevi şahıslarına münhasır pek büyük (!) meselelerle alâkadar olduklarından, böylesi küçük konuların üzerinde durmaları, söz konusu dahi olamazdı. Ve zaten olmamıştır da, hemen, hemen hiçbir zaman. Şayet bir sefer olsun, kulak verilmiş olsaydı, muhteşem Osmanlı İmparatorluğu asla ve asla yoklara karışmaz, daha doğrusu karıştırılamazdı... Küçük ve fakat aslında hakikaten hem büyük ve hem de son derece tehlikeli olan mesele veya meseleler nedir? O'nu da arz edelim efendim: Ülke halkının her konudaki inanç ve yaşantısıyla fikir yapısı ve bu yapıdan kaynaklanan muhtelif tedirginlikleri ki, bu zamanla; her konuda inançsızlığa doğru sürükleyen bir salgın illet hâline geldiğinde; önü asla alınamaz dehşetengiz bir sele dönüşür!... Saygıdeğer Patronum ve Baş-Yazarımız, Abdullah AKOSMAN üstadıma gönülden bağlı olmamın başlıca sebebi, işte bu faktördür. Yânî, ülkemizin asıl meselelerini temelden kavrayıp, ayrıntılarına kadar bizzat inebilmeleri. İşte saygıdeğer, Akosman Bey'e gönülden bağlı oluşum bu faktörden dolayıdır. Ve kendilerine bağlılığım Hz. Allah'ın izniyle hayat boyu sürecektir. Ayrıntılar kategorisine hangi zümreler girer veya girmez ise, onun da hikmetine dokunalım. Hikmetine diyorum, zira gerçekten akıl almaz bir görünüme haizdir?!.. Meselâ, adına "azınlık" denen "Gayr-ı İslâm" kesimin, "Lozan Antlaşması" ""24 Temmuz 1923 Salı" dolayısıyla, asli vatandaşlık haklarını, kısmen kayıp ederek, bir nevi sığıntı durumuna düşmeleriyle bilinen bir talihsiz kesimdir. Çoğunluğu temsil eden İslâmi kesim ise, mezkûr kategoriye girmez. Zira, bu vatanın hakiki sahipleridirler!... Saygıdeğer Abdullah Akosman Bey'in hakiki mânâda vatanperverliği, hakiki mânâda gazeteci oluşu ve de her şeyden evvel hakiki mânâda insan oluşu bu noktada daha bariz olarak görülür. Peki, bendeniz, yukarıda kayda geçtiğim kategorinin hangi cenahına dahil edilmekteyim? Hiç de uzun düşünmeye lüzum yoktur. Çünkü, Gayr-ı İslâm olduğum için, "azınlık cenahına" mensubum ve bu durum istesem de, istemezsem de bu böyledir ve de böyle gitmektedir!.. "Azınlık" tabiri, sadece dini açıdan değil. Yalnız öyle olsa, canıma minnet. Ama, öyle değil. Nitekim zaman, zaman muhtelif çevrelerden bazı çok bilmişler. Bizim ne olduğumuzu açıkça söylemek de değil, tam bir öfke ile haykırarak: (İyi ki Lozan'la Ermeni'sini, Rum'unu dışarı attık!) diyebiliyor, hem de vicdanı hiç mi hiç sızlamadan?!... Düşünün; sırf Ermeni asıllı ve Hıristiyan dininden olduğum için kısaca; mensubu bulunduğum, Ermeni Cemaati ile birlikte "potansiyel düşman" olarak değerlendirilmekteyiz?!.. Ve de bütün buna rağmen saygıdeğer Abdullah Bey, sayın gazetesinde bendenize "sadece sütun bahsetmemiş, aynı zamanda kalemime geniş açıdan imkân tanıyabilme cesaretini gösterebilmişlerdir. Evet! Bu bir cesaret meselesidir. Çünkü, günümüz Türkiye'sinde, "Ermeni, eşittir potansiyel düşman" kimliğiyle bilinmektedir. Meselenin en hazin tarafı da; halktan ziyade siyasilerin ve kendilerine aydın sıfatını yakıştıranların, böyle mantıksız düşüncelere sahip oluşlarıdır?!.. Meselâ, olsun "Kara-bağ” ve olsun “1915 Tehciri” meselelerine verilecek en makûl cevap, Voltaire'in şu meşhur vecizesi olmuş ve her daim de o olacaktır: < Bir anlaşmazlık uzun sürerse: İki taraf da haksız demektir> - Voltaire - Nitekim, merhum Başbuğum, Alpaslan TÜRKEŞ ile Ermenistan'ın ilk Cumhurbaşkanı, Levon Der BEDROSYAN bu düşünce paralelinde hareket ederek, her iki değerli milleti bu konuda üçüncü milletlerin siyasi çıkarlarına istemeden uygun hareketlerden kurtarmak gayesiyle yan yana gelebilmiş ve hayırlı bir noktada birleşerek, anlaşmazlığa son verebilmek için gayret göstermişler Ancak, her iki tarafın, günümüz deyimiyle, "Şahinleri"nin pek olumlu (!) müdahaleleriyle olumlu bir noktaya varılamamıştı. Peki bu oluşumda Türkiye ile Ermenistan neler kaybetmiş, neler kazanmışlardır?... Hemen ve hiç düşünmeden söyleyeyim: Her iki taraf da hemen hiçbir şey kazanamamış ve sadece üçüncü milletler bu mantıksız durumdan istifade edebilmiştir. Bütün bu olaylarda asıl yanlış; her iki milletin de "ırki harslarını muhafazada" aşırıya giderek, inançlarını "Irkçılığa" kadar vardırmış olmalarındadır ki, bu yanlışları her iki tarafı da, daha büyük bir yanlışa sürüklemiş; sadece kendi ırk mensuplarına güvenme ve diğerlerini doğrudan düşman görme inancı kendilerinde zaman içinde bir takım kompleksler meydana getirmeye başlamış ve böylece tamamen kendi içlerine kapanarak "soydaşlığın dışında" hemen hiçbir dünyanın, yânî yaşantının varlığını benimseyememişlerdir!.. İşte günümüz Türkiye'si, böylesi bir bunalım geçirmektedir ve saygıdeğer Abdullah Akosman Bey gibi gerçek Türk idealistleri de tam bir cesaretle böylesi yanlışların üzerine yürüyüp, aziz Türk Milletini bu hususta uyarmaya çalışmaktadırlar ve değerli "ÖNCE-VATAN" gazetesindeki hikmet-i vücudum, böylesi asil bir düşüncenin ürünüdür. Saygıdeğer okuyucularım! Sizlerin de tahmin etmiş oldukları gibi, mezkûr makalem hayli uzun olacak ve nasipse hemen bir çok "küçük meseleyi" sizlere aktaracak. Hz. Allah'ın izniyle, yeni yazımda buluşmak üzere, hayırlı tatiller dilerim efendim. Not: Bu makale, "1 Şubat 2010 Pazartesi günü yazılmıştır.