2. Dünya Savaşı'nda Avrasya'da üstünlük mücadelesi

Abone Ol



Oğuz Çetinoğlu: İkinci Dünya Savaşı boyunca hangi aktörleri görüyoruz?
Prof. Dr. Ömer Alparslan Aksu: Birinci Dünya Savaşı, Katolik Kutsal Roma Germen’in temsilcisi Almanya ile Avrasya’nın zengin hammadde ve enerji yataklarını kontrol eden Müslüman-Türk Osmanlı’nın tasfiyesi ile sonuçlanır. Böylece Katolik Kutsal Roma Germen ile Müslüman Osmanlı’nın Avrasya’dan tasfiyesi ile meydan, Anglo-Sakson İngiltere-ABD ile Ruslara kalır. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrasya dışından bölgeye yaklaşan Anglo-Saksonların akıl almaz ihtirası ve bölge için baş gösteren tehlikeleri ilk sezinleyenler de Almanlarla Ruslar olmuştur. Bunu Brzezinski, “Hitler ile Stalin 1940 Kasım ayında yaptıkları gizli görüşmede, ABD’nin Avrasya’nın dışında tutulması gerektiği konusunda açıkça anlaşmaya varmaları dikkate değerdir. Her ikisi de, ABD iktidarının Avrasya’ya enjekte edilmesinin, kendi küresel egemenlik hırslarına engel olacağının bilincindeydiler. İkisi de Avrasya’nın dünyanın merkezi olduğu ve Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı da kontrol edeceği anlayışını paylaşıyorlardı.” şeklinde belirtir. Ancak hırsını kontrol edemeyen Hitler, dünyayı tek başına kontrol edebilmesi için târihî ve jeopolitik bir macburiyet olarak gördüğü Avrasya’yı kontrol edebilmek için SSCB’ne saldırarak Stalin ile yaptığı anlaşmayı bozar. Avrasya’nın kalpgâhını tek başına ele geçirmek ister. Böylece o güne kadar Avrasya’yı kontrol eden Anglo-Saksonlara (İngiltere ve ABD) ve Ruslara karşı iki cephede birden savaşır. Bu sırada İkinci Dünya Savaşı ile Avrasya’nın doğusunda da yeni bir çatışma merkezi meydana gelir. Japonlar da gözünü diktiği ve kendilerine hayat alanı olarak seçtiği Avrasya’nın doğusundaki Mançurya’yı ele geçirmek arzusu ile SSCB’ne saldırır. Bu durumda Ruslar, batıdan Almanların, doğudan da Japonların saldırılarına cevap veremez hâle gelir. Kuzey Avrasya’da Rusların artık sonunun geldiğinin işâretleri belirir. Aynı şekilde İngilizler de Almanlarla savaşta çok sıkışır. Avrasya üzerine tarafların kıyasıya savaşı bütün dünya dengelerini alt üst eder. Bu sırada İngiltere, kontrolden çıkan Almanya’yı frenleyecek tek güç olan yine kendinden olan Anglo-Sakson ABD’yi savaşa sokmanın peşindedir. Esâsen, ABD yönetiminde Anglo-Sakson ve Yahudi lobisinin etkisi çok fazladır. Hele bir de bu arada Avrupa’da Yahudi soykırımını başlatan Almanlara karşı Yahudilerde de öfke son haddindedir. Bu sebepten, ABD’nin savaşa karışması için bir yandan Fransa’dan sonra çökme sırasının kendisine de geleceği endişesi içinde kıvranan Anglo-Sakson İngiltere, diğer yandan da Avrupa da soykırıma uğrayan Yahudiler büyük çaba harcarlar. Ancak ABD Başkanı’nın da istemesine rağmen kamuoyundan çekinildiğinden savaş kararının alınması da öyle çok kolay bir iş değildir. İşte tam bu sırada beklenen fırsat düşer. Japonların Pearl Harbor’da Amerikan donanmasına saldırması üzerine ABD savaş kararı alarak Britanya’nın ve Rusya’nın imdâdına yetişir. Her iki cephede de savaşa girmesi ABD’yi de çok sıkıntıya sokar. Bunun üzerine ABD dünya târihinde ilk defa nükleer silâha başvurur. ABD’nin Japonya’ya atom bombasını atmasıyla savaşın kaderi değişir. Dünya târihinin en kanlı savaşı yaşanır. Bu nükleer gücün kullanıldığını gören Almanlar ve Japonlar savaşı bırakmak zorunda kalırlar. Böylece her iki ülke de savaşı kaybeder, ülkeleri de işgâl edilir.
Çetinoğlu:  İkinci Dünya Savaşı sonrasında…?
Aksu: İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasında SSCB’nin Stalin ile birlikte sosyalist bir yayılmacı politikaya yönelmesiyle ABD ile SSCB karşı karşıya gelir. Rusya Avrasya’da gücünü yeniden ortaya koyar ve sosyalist rejimini de bütün dünyaya yaymaya çalışır. Bu durum, ABD’yi sosyalist sistemin karşısına demokrat dünyayı yanına çekerek bölgede tam hâkim unsur kılar. ABD bunun üzerine Batı Avrupa, Japonya ve Kore’ye yerleşir. Böylece ABD’nin önderliğindeki ‘Demokrat Dünya’ ile SSCB’nin önderliğindeki ‘Sosyalist Dünya’ arasında Soğuk Savaş dönemi ile ilk defa dünya çapında ve ideolojik bir yapıda iki küresel süper güç olarak ortaya çıkar.
İkinci Dünya Savaşı, Katolik Kutsal Roma Germen ütopyasının Hitlerle birlikte bir daha dirilmemek üzere çökertilmesi ve Orta Avrasya’ya devamlı gözünü diken Almanların, 20. Yüzyılda ikinci defâ yenilmesi üzerine, tasfiyesi ile sonuçlanır. Böylece yıkıcı ve kanlı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile Protestan Anglo-Saksonlar ile Ortodoks Rusya’nın ittifâkı, Kara Avrupa’sını yâni Katolik Roma Germeni ve ütopyasını ezerek, yıkarak, artık bundan sonra büyük bir güç olma ve dünyanın kalpgâhı Orta Avrasya’ya veya Merkezî Avrasya’ya musallat olma konumundan çıkarır. Artık bundan sonra Kutsal Roma-Germen ütopyası yerine Protestan Anglo-Sakson dünya hâkimiyeti ve tek dünya ütopyası kendini gösterir.
Katolik dünyanın merkezî Vatikan, Katolik Avrupalı liderlerin Birinci Napolyon ve Hitler örneğinde görüldüğü gibi hırslarını engelleyemez. Dolayısıyla Vaterloo, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile Katolik ağırlıklı Kara Avrupa’sı gücünü yitirir, bütün iddiasını kaybeder. Bunun üzerine bu olaylardan ders alınarak Roma-Vatikan’ın himâyesinde Avrupa Birliği şeklinde yeniden toparlanmaya çalışırlar. Bu toparlanma Alman Başbakanı Adaneuer ile Fransız Başkanı De Gauel’ün işbirliği ile yeniden canlandırılır. Ancak bu iki lider öldükten sonra bu ideal tekrar sulandırılır. Bunu da İngilizler diplomasi ile sağlar. Oysa İngilizlerin Avrupa Birliği’ne katılma müracaatları Adanuer ve De Gaul döneminde hep reddedilir. İngilizlerin bu Katolik birliğinin oluşmaması içip elinden geleni arkasına koymadığı da bilinir. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sonrası yakılıp yıkılan Avrupa’nın toparlanması ve SSCB’nin tehditlerinden de korunması için Avrupa’ya yerleşen ABD ve onun askerî şemsiyesi NATO’nun altında yeniden Katolik Avrupa Birliği ideali-Nazi Almanya’sının yaptıkları da daha hâlâ hafızalarda taze iken, ne dereceye kadar gerçekleştirilebilir o da ayrı bir soru.
Ancak ne var ki, İkinci Dünya Savaşı bütün Avrupa’yı, bu arada da her iki savaşın ABD takviyeli gâlibi İngiltere’yi de bitirir. Bu sebeple bundan böyle batı’yı artık ABD tek başına temsil edecek ve Avrasya’ya yönelme ve kontrol etme görevini de tek başına üstlenecektir.
Çetinoğlu:  Rusya devreden çıkartılıyor mu?
Aksu: İkinci Dünya Savaşı’nın iki müttefiki SSCB ile ABD savaş biter bitmez hemen düşman cepheleri paylaşırlar. ABD bundan sonra SSCB’nin karşısına hem Avrupa’da hem de pasifikte dikilir, ABD NATO, SSCB’de VARŞOVA askerî ittifakını kurar. Bundan sonra dünyada Avrasya üzerinde ABD-SSCB arasında başlayan küresel üstünlük mücâdelesi “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan yeni bir döneme girer. Böylece ABD, SSCB’yi batıda Batı Avrupa’dan ve doğuda da Japonya ve G. Kore üzerinden kıskaca alır.
Böylece gelişen durum; Birinci Dünya Savaşından yeni büyük bir küresel güç olarak ve iyice güçlenerek çıkan SSCB ile İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini tek başına değiştiren ABD’yi devreye sokar. Artık bundan böyle dünya, batılı kapitalist, demokrat dünyayı temsil eden ABD ile sosyalist dünyayı temsil eden SSCB şeklinde iki kutuplu hale dönüşür.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, târihte ilk defa Avrasyalı olmayan, ancak târihin gördüğü en büyük teknolojik, ekonomik ve askerî küresel bir güce sâhiptir. İkinci Dünya Savaşı, Amerikan askerî gücünün Avrupa’ya yoğun bir biçimde çıkarılması için ilk fırsatı sağladı. Bu uluslararası arenada ortaya çıkan yeni bir oyuncunun sinyalini veren, büyüklüğü ve genişliği görülmemiş boyutlarda bir okyanus ötesi askerî harekâttı. ABD, Birinci Dünya Savaşı bitince tekrar kıtasına çekilmişti. Oysa İkinci Dünya savaşı ile ABD, SSCB’nin karşısında ona meydan okuyan bir karşı güç olarak dünya politikasındaki yerini alır. Avrupa ve diğer demokratik kapitalist dünyayı da arkasına alarak SSCB’ye karşı soğuk savaşı başlatır.
Burada SSCB, Çin’i de yanına alarak, birlikte Avrasya’nın tamâmını ele geçirip kendini dünyanın hâkimi ve tek küresel güç olarak görmek istiyordu. 1960’lardan sonra Orta ve Güney Amerika’dan, özellikle Orta Doğu’da İsrail karşısında bocalayan Arap ülkelerini de yanına alarak oluşturduğu enerji tekeli ile batıya sıkıntılı dönemler yaşattı. Hatta 1970’li yıllarda Doğu Asya’da ABD’nin Vietnam bozgununu da yönetti.
SSCB’nin ABD tarafından hem doğudan hem de batıdan kuşatılması, Rusya’nın orta bölgeden güneye, kadim sıcak denizlere çıkma projesini tekrar gündeme getirir. Balkanlardan Adriyatik Denizi’ne ve İstanbul Boğazı’ndan Ege Denizi’ne çıkamayan Ruslar bugün son çâre olarak Avrasya’nın güneyindeki Afganistan üzerinden Hint Okyanusuna çıkmayı dener. Çünkü Avrasya’nın doğusundan ve batısından kuşatılan Ruslar için son çâre Güney’e yönelmedir. Zâten 1895 Pamir Antlaşması da; Britanya’nın devre dışı kalmasıyla hükmünü yitirmiştir. Bunun yerine o bölgede bağımsızlığını kazanan Hindistan’la da ilişkileri geliştirir. Onun için çıkar yol güneydedir, Rus politikacı Viladimir Jirinovski bu projeyi; “Güneye Doğru Son İlerleyiş” adlı kitabında uzun uzadıya anlatır. Jirinovski kitabında: “Güneye doğru son ilerleyiş, yâni Rusya’nın Hint Okyanusu ve Akdeniz’e açılması, gerçekten Rusya’yı kurtaracak tek yol.” olduğunu belirtmektedir. Doğudan ve batıdan sıkıştırılan Rusya’nın güneyden kendine sıcak denizlere çıkış yolu araması hep düşünülmüştü. Ancak bu yol vaktiyle İngiltere tarafından kapatılmıştı. Bu konuda Rus târihçi Nikolay Starikov, “Rusya’nın yıkılmasını kim finanse ediyor?” adlı kitabını Pravda gazetesindeki tanıtım yazısında, “İngiltere’nin Türk boğazlarının Moskova’nın eline geçmemesi için ülkede 1917 devrimini yaptırdığını, 200 yıl boyunca İngiltere, İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinden Akdeniz’e çıkmamızı bloke ettiğini” anlatıyor.
İngiltere 1895 Pamir Antlaşması ile Rusları Orta Asya’ya hapsederek, Hindistan, Afganistan, İran ve Arabistan’ı kontrolüne alarak Ruslara güneyi kapamıştı. Ancak 1970’ler de gücünün zirvesinde olan Rusya, önce Arap dünyâsına sokularak İsrail yüzünden sıkıntı çeken ABD’yi o bölgede sıkıştırmaya ve onu orada hapsetmeye çalışır. Böylece Sovyetler vaktiyle Güney Avrasya’da İngiltere’nin çizdiği sınırların artık değişmesi gerektiğine olan kuvvetli inancı sonucu önce çok zayıf ve belirli hazırlıkların da yapıldığı güneydeki zayıf halka Afganistan ile sıcak denizlere giden yolu açmayı bu bölgede sınırları değiştirmeyi düşünür.
Rus politikacısı Jirinovski kitabında “Rusya, yeni jeopolitik formüle uygun olarak Güneye Doğru Son İlerleyişi mutlaka gerçekleştirmelidir. Bu yürüyüşten maksat, Rusya’nın güney sınırlarındaki tehlikeyi ortadan kaldırmak, komşu ülkelere yardım etmektir. Rusya; anlaşmazlığa sebep olacak problemlerin çözümlenmesine ve barışın sağlanmasına yardımcı olarak komşularının, barış ve güven içerisinde yaşamasını sağlayacaktır. Rusya güneyde bütün gerginlik ve çatışmaya sebep olacak ihtilaf odaklarını söndürecektir. Ruslar, bölgedeki istikrar ve barış unsuru olarak değerlendirilmelidir. Tıpkı Hint Okyanusu sâhilindeki ileri karakol gibi. Hıristiyanlarla Müslümanlar, Türklerle Farslar, Şiilerle Sünniler arasındaki çatışmalar önlenecektir. Rusya, suları ılık olan Hint Okyanusu sahillerine mutlaka çıkmalıdır. Bu Rusya’nın geleceğidir. Bu bir alın yazısıdır. Rusya’nın kaderi olacaktır. Biz bunu gerçekleştirmeliyiz, çünkü başka çıkar yolumuz yoktur. Bu jeopolitik bir ihtiyaçtır ve gelişmemiz bunu emretmektedir. Elbisesi küçülmüş çocuk gibiyiz. Rusya yeni elbisesini giyinmelidir.
SSCB’nin, Güney Avrasya’yı ele geçirme, sıcak denizlere çıkma hayâli o sırada zâten Afganistan yönetiminde etkili olan Rusları heyecanlandıran İran’daki bir gelişme ile yeniden depreşir. Oysa SSCB’nin, İran’da gelişen ABD karşıtlığıyla ortaya çıkan Humeyni rejiminin iktidara gelmesini fırsat bilerek, bölgede oluşan istikrarsızlıktan faydalanarak Afganistan’ı işgâli büyük bir jeostratejik hatâ idi. Belki de ABD’nin bilerek SSCB’ne böyle bir fırsatı, kapıyı aralaması idi. Çünkü İran’daki ABD yanlısı Şah rejiminin değişmesini ABD istemişti. SSCB’nin de bu oyunu bilmesi gerekirdi. Ama buna rağmen yüzyıllardır beklediği ve yakaladığı bir fırsatı değerlendirmek ister. Sovyet yöneticilerinin hırsları aklın önüne geçti ve Afganistan’ı işgâl etti. Gerisi tâlihe kalmıştı. Ama tâlih Ruslardan yana olmadı. SSCB için, İran’daki rejim değişikliği fırsatı tehdide dönüşüverdi. Bu başarısızlık SSCB imparatorluğunun sonunu getirdi ve dağıldı.
Bu durumu fırsat bilen ABD önce Afgan direnişçilerini destekledi. Bu bahâne ile ilerdeki operasyonları da düşünerek Basra Körfezi’ndeki Askerî varlığını da büyük ölçüde artırdı. Afganistan işgâline müdâhale etmeyip gelişmeyi soğukkanlılıkla zamana yayarak tâkibe aldı. Böylece rakibini askerî değil, direnişçilerle zamana yayarak yıpratmaya başladı. Bu arada da Rusya’nın içindeki tepkiyi de propaganda ile iyi bir şekilde kullandı. Böylece Rusya’yı hem içinde hem de dünya kamuoyu önünde iyice hırpaladı. ABD Başkanı Reagan’ın askerî alanda başlattığı “Yıldızlar Savaşı” projesi ile de Sovyetler yarıştan çekildi. Nihâyet Gorbaçov, Sovyet sisteminin bu şekilde devâm edemeyeceğini görerek 1979 da girdiği Afganistan işgâlini 1989 yılında bırakır.
Sonuçta Sovyetler birliği 1991 yılında dağılır. Böylece ABD, bir yanda Vietnam’ın rövanşını alırken, öte yanda da Avrasya’nın güneyine sokulma fırsatını yakalar.
Çetinoğlu:  Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki gelişmeleri özetler misiniz?
Aksu: 1991 yılından sonra yâni “Yirminci yüzyılın son on yılı, dünya olaylarında tektonik bir kaymaya tanık oldu. Târihte ilk defa, Avrasyalı olmayan bir güç, Avrasya güç ilişkilerinde yalnızca başhakem olarak değil, aynı zamanda dünyanın en üstün gücü olarak ortaya çıktı. Sovyetler Birliği’nin mağlubiyeti ve çöküşü, batı yarıküreli bir gücün, ABD’nin tek ve aslında ilk gerçek küresel güç olarak hızlı yükselişinin son adımıydı... Küresel liderliğe bağlanmış bir Amerika’nın, karmaşık Avrasya güç ilişkileri ile nasıl bahşedeceği ve özellikle belirleyici ve düşman bir Avrasya gücünün ortaya çıkmasını önleyip önleyemeyeceği meselesi, Amerika’nın küresel önceliği sağlayabilme yeterliği açısından merkezî önem taşımaya devâm etmektedir... Bu yüzden Avrasya, küresel üstünlük mücâdelesinin sürdürüldüğü bir satranç tahtasıdır. Daha 1940’a kadar küresel iktidarın iki tâlibinin, Adolf Hitler ve Josef Stalin’in (O yılın Kasım ayında yaptıkları gizli görüşmede) Amerika’nın Avrasya’nın dışında tutulması gerektiği konusunda açıkça anlaşmaya yarmış olmaları dikkate değerdir. Her ikisinin de, Amerikan iktidarının Avrasya’ya enjekte edilmesinin, kendi küresel egemenlik hırslarına engel olacağının bilincindeydiler. İkisi de, Avrasya’nın dünyanın merkezi olduğu ve Avrasya’yı kontrol edenin dünyayı kontrol edeceği anlayışını paylaşıyorlardı. Yarım yüzyıl sonra, konu yeniden tanımlanmış bulunuyor: Amerika’nın Avrasya’daki üstünlüğü sürecek midir ve bu öncelik nereye kadar kullanılabilecektir? “
ABD karşısındaki ikinci büyük süper güç olan SSCB’nin, 1991 yılında parçalanma sürecine geçişini hazırlayan en önemli olay hiç şüphesiz “Merkezî Avrasya” da stratejik bir konumu olan Afganistan’ın işgâlidir. 1979 yılında İran’da ABD karşıtı Humeyni rejiminin iktidara gelişini fırsat bilip, hemen arkasından uzun süredir birlikte çalıştığı Afganistan’ı hemen kolayca işgâl edivermesi o gün dünyada büyük şaşkınlık yaratmıştı. Böylece târih boyu özlemini çektiği sıcak denize ulaşabilmek ve Güney Avrasya’yı da kontrol etmek hayâli ile Güney’e son ilerleyişin son hamlesini yapmış, ama başarılı olamamıştı. Ancak sonradan tuzağa düştüğünü anlasa da SSCB, Afganistan mağlubiyeti ile geri çekilerek içerden kendiliğinden dağıldı. Yâni Afganistan üzerinden sıcak denizlere inerek Güney Avrasya’yı kontrol etme hayâli, sonunda imparatorluğunun da sonunu getirdi. Zâten boşuna değil, bu bölge için hep imparatorluklar mezarlığı tanımı kullanılır. Onun için Güney Avrasya târihte de pek çok misâli görüldüğü gibi çok netâmeli bir bölgedir. Bunu öngöremeyen SSCB dağılarak, sâdece Doğu Avrupa’yı ve Güney Avrasya eksenindeki Türk Cumhuriyetlerini terk etmekle kalmayıp, Moskova’nın ilerdeki stratejik endişelerinin merkezinde yer alan güney ve doğu ekseninde beklenilen yırtılmaların da önünü açtı.
ABD, 1991’den sonraki çözülmeyi yakından tâkip ederek, önce SSCB’den boşalan Doğu Avrupa’nın AB ile siyasî bütünleşmesini sağlar. Bunun yanında da kendisinin öncülüğünde yönlendirdiği NATO’yu da bütün Avrupa’nın askerî gücü hâline getirir. Böylece ABD, Rusya’nın batısını kontrol altına alır.
ABD’nin bundan sonraki esas ve öncelikli hedefi artık Rusya’nın güneyindeki Merkezî Avrasya’nın kontrolüdür. Esas ağırlık buradadır. ABD, dünya hâkimiyetinin bu bölgenin kontrolünden geçtiğini, bunun jeopolitik bir gereklilik olduğunu çok iyi bilmektedir. ABD, Merkezî Avrasya’daki başarısı ölçüsünde Rusya ve Çin karşında üstünlüğünü sürdürebileceğini bilmektedir Çin’in başta Rusya ile ABD karşısında oluşturduğu “Şanghay Beşlisi’nin” başarı şansı da Merkezî Avrasya’daki gelişmelerle yakından ilgilidir. O zaman Müslüman olan merkezî Avrasya’yı yâni Büyük Orta Doğu’yu kontrol edenin dünyayı kontrol edeceği politikasında nasıl başarılı olunabilir sorusu ABD için önem kazanır.
Bu düşünceden hareketle ABD’nin âdetâ resmî ideolojisini çizen Brzezinski ilk kitabı “Büyük Satranç Tahtası’nda” Avrasya’nın Amerika açısından dış politika önceliğini ve bunun jeostratejik gereklerini çok güzel bir şekilde çizmiştir. İkinci kitabının adı “Tercih”tir. Bu kitapla da ABD dış politikasının, “Küresel Hâkimiyet mi yoksa Küresel Liderlik mi?” şeklindeki tercihi irdelemektedir. Meselâ ABD Başkanı baba Bush ile Küresel liderlik, oğul Bush ile de Küresel hâkimiyet denenmiştir. Baba Bush Küresel Liderlikle, Irak’a girerken İslâm ülkeleri ile bütün dünyayı arkasına alan bir koalisyon gücü oluşturmuştur. Oysa “Küresel Hâkimiyeti benimseyen oğul Bush, Irak’a girerken yanına sâdece İngiltere’yi alabilmiş ve Orta Doğu’da uyguladığı politikaları ise başta ABD’nin kendi içinden bile büyük tepkiler çekmiştir.”
Çetinoğlu: Nasıl bir gelişim ve değişim?
Aksu: ABD’nin dış politikasında özellikle 11 Eylül 2001’de ABD’nin New York’taki İkiz Kulelere ve Washington D.C’deki ABD’nin beyni konumundaki Pentagon’a yapılan terörist saldırı yeni bir mîlat oluşturur. Bunun üzerine ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgâli ile olaylar zembereğinden boşanırcasına patlar. Amerika’nın Orta Doğu politikaları bundan sonra artık bir türlü normal mecrâsına dönemez. Esâsında işin içinde olan, ancak Irak’taki ters gelişmelerden de rahatsız olan Brzezinski’nin, üçüncü kitabı da “İkinci Şans-Üç Başkan ve Amerikan Süper Gücünün Krizi” başlığı ile gündeme gelir. Esâsen bu üç kitabın yayınlanış sırasına göre ABD dış politikasının gelişim seyrini ve yanlışlıklarını gözler önüne sermesi bakımından ilgi çekicidir. ABD’nin Orta Doğu politikasına bu kadar bağnaz bir şekilde takıntının arkasında İsrail yanlısı “Neo-Con”ların bulunduğu belirtiliyor. Bu gidişin özellikle 11 Eylül 2001’den sonraki seyri ise yâni ABD’nin, Orta Doğu politikasına sâdece “Neo-Con” penceresinden baktığının giderek ABD kamuoyunda da genel bir kanıya dönüştüğü görülmektedir. Bunlardan biri olan F. Fukuyama “Kendimi uzun süre Neo-Con olarak görmüş biri olarak pek çok Neo-Conla başta Paul Wolfowitz’le birlikte çalıştım. Yine de diğer pek çok Neo-Con’un aksine, Irak Savaşı için öne sürülen gerekçe beni hiçbir zaman ikna edemedi.” demiştir. Harvard Üniversitesinden Nathan Glazer bir dönem ateşli Neo-Con taraftan olan F. Fukuyama’nın kitabına yazdığı şu satırlar dikkat ekiyor. “F. Fukuyama Amerika’nın dünya meselelerindeki yeri ve rolü hakkındaki “neo-con” görüşü ve bu görüşün ne derecede aşırıya kaçtığı konusunda en anlaşılır ve bilgili açıklamayı sunuyor.  Amerika’nın gücünün sınırlarının daha fazla farkında olan, orduya daha az bağımlı ve diğer ülkelerin çıkarlarına ve görüşlerine, ayrıca ortaya çıkmakta olan uluslar arası normlara ve kurumlara daha saygılı bir Amerikan dış politikasını etkileyici bir biçimde sunuyor.”
Çetinoğlu: Sizce Hungtinton “Medeniyetler çatışması” tezini ortaya koyarken, geleceği mi okumuştu, çatışmanın fitilini ateşlemeyi mi hedeflemişti?
Aksu: 1990’lar sonrası ABD’nin Orta Doğu politikası için kurgulanan “Medeniyetler Çatışması” gibi öğeler Huntington tarafından öylesine ustalıkla yerleştirilir ki, taraflar artık birbirleri ile çatışmaya hazırlanır. Çatışmanın ilk işâret mermisini de, siyâsilerden İngiltere Başbakanı Margaret Teacher İskoçya’daki NATO toplantısında yaptığı konuşma ile sıkar. 11 Eylül saldırısından çok öncedir. SSCB’nin dağılmasının hemen ardından, “Şimdi ne yapacağız, NATO’yu fesih mi edeceğiz?”, diye soran Britanya Başbakanı Teacher, “Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Bizim yaşayabilmemiz için mutlaka bir düşmanımızın olması gerekir. SSCB dağıldı ve düşman olmaktan çıktı. Onun yerine yeni bir düşman koymamız gerekiyor. Bu yeni düşman İslâm olacaktır. NATO’nun kırmızı düşman rengi şu anda hükümsüzdür. Ancak önümüzdeki gelişmelere bakarak bu rengin “yeşil” olması kuvvetle muhtemeldir.” der. Böylece Teacher, “batı’nın bundan sonraki düşmanı İslâm’dır” sözü ile kılıcı çeker ve tarafları belirler. Artık eylem vakti de gelir veya getirilir. ABD ise New York’taki ikiz kulelere saldırının arkasından Teacher’in belirttiği düşmanı ABD başkanı G. W Bush bulur. Daha ilginç olanı ise, ABD Dışişleri Bakanı Condoleza Rice hızını alamayarak Orta Doğu’da yirmi kusur ülkenin haritasının değişeceğini de bu arada söyler.

(DEVAM EDECEK)