Osmanlı’nın son dönemlerinde zuhur etmiş bulunan uğursuz bir trajik vak’a ile o vak’ayı hayatlarını yitirerek yaşamış olan bir talihsiz kavim. Ne utanç verici bir durumdur ki, dünyanın kaderiyle oynayabilecek derecede güçlü olan Batılı Devletler; Türkiye’yi parselleyebilme gayesiyle, “1915 Tehciri kurbanlarını” parmaklarına dolamış: “bir lehlerinde, bir aleyhlerinde” muhtelif fırıldaklar çevirip durmakta ve de bizler, hemen hiçbir şey görmüyor, anlamıyor tavrı içinde: (Sözde soykırımı tanımıyoruz! Türk Milleti katliam yapmaz!) reddiyeleriyle hiç farkına varmadan müdafaaya geçmekteyiz ve şayet parlamentonuzdan “tanıyoruz” kararı geçerse, siyasi ve iktisadi bütün bağlarımız kopar! gibi ataklarla, muhataplarımızı sindirmeye çalışmaktayız!... Onlar ne yapmakta, peki diyerek malûm tasarı dosyasını: (Bir başka bahara) kaydıyla rafa kaldırmaktadırlar. Bu hep böyle olmuş ve de hep böyle olmakta devam edecektir. Çünkü, zuhur etmiş bulunan bir vak’ayı yok sayabilmenin hiçbir şekilde imkânı yoktur: Vardır diyen beri gelsin!...
Bu vicdansızca işlenen iğrenç trajedinin adı ister “Soyktırım”, ister “Tehcir” olsun. Ne değişir? Tehcir de suç değil midir!.. Ve de bu trajedinin müsebbibi veya müsebbipleri bahsinde “Türk Milletinin” şerefli adını anmak ve asıl canileri bu adın arkasında gizlemeye çalışmak gibi, hayati yanlışlar: Yıllardır ki, Devletimizi yersiz yere müşkül durumda bırakmaktadır!...
Defalarca muhtelif makalelerimde bu konuya temas ederken yazdım ve kitaplarımda da aynı görüş ve fikrimi belgeler ışığında savundum. Hemen her defasında benim haklı olduğumu ve aksini savunanların ise, sadece “siyaseten konuya eğildiklerini” zaman ortaya koymuştur!...
Bir siyasi Fırka ve o Fırkanın kurduğu bir Hükümet dehşetengiz bir suç işlemiş ve bazıları bu suçluları koruyabilmek gayesiyle, hiç mi hiç insaf etmeden hem bir milletin adını kalkan gibi kullanmakta ve hem de istemeyerek de olsa, bir takım emperyalist devletlerin ekmeklerine yağ sürmektedir!..
Tehcir vak’ası bir gerçektir. Yoktur demekle geçiştiremeyiz ve Türk Milletinin adını, böylesine iğrenç bir vak’aya karıştırarak, nasıl korkunç bir yanlışa yol açtığımızı artık görmemiz lâzımdır!.. Zira, bazılarımız bu yanlış ve haksız inadı devam ettirmekte direndiği müddetçe, bu yara hiçbir zaman kapanmayacak ve her daim başımızı ağrıtacaktır!.. Her zaman söyledim, yine de söylüyorum: “Tehcir vak’ası”nın asıl sahipleri ve muhatabı: “Türkiye Ermenileridir” ve bu mesele doğrudan TBMM ile Türkiye Ermenileri arasında görüşülüp, bir an evvel halledilmesi icap eden bir konudur. Ama bazıları herhâlde, bu meselenin kapanmasını istemiyor olacak ki, her daim suyu duvara sürüyor ve Türk-Ermenilerini bir tarafa ittirerek, bu konuda yabancı yazar, tarihçi veya devletleri muhatap almayı tercih etmektedir?!...
Bu uğursuz vak’anın zuhur ettirilmiş olduğunu açıkça kaydetmiş birçok değerli kitap mevcuttur ki, birçoğu bende, yani şahsi kitaplığımda mevcuttur. Ancak, bendeniz değerli okuyucularımı ve sayın değerli Parlamenterlerimizi hiç bekletmeden gayet geçerli bir tarihi belgeyi aynen veriyorum. Belgenin özelliği; 1915 Tehciri döneminde bu değerli şahısın (1880-1937) Eskişehir-Tren Garı Komutanı görevini ifa etmiş ve Ordumuzun muhtelif kademelerinde değerli hizmetler sunmuş ve de öz be öz Türk evlâdı olan merhum, Yüzbaşı Ahmed Refik Altınay’ın, (İKİ KOMİTE İKİ KİTAL – ERMENİ MEZÂLİMİ) adlı eserinden alınmış olmasıdır.
Sahife: 15-16-17-18-19-20-21-24-25-26-32-33-34-35-36-37-38-39-40-41-42-43-44-45-46-47-48-49.
Nasipse; aslında bir tefrika sayılabilecek bu makalem, zannederim ki, birkaç sayı devam edecektir. Çünkü, aklıselim sahipleri için gerçekten ihtiyaç hissedilecek bir mahiyet arz etmektedir!.. Gerçi, “Fikir Yayınları” tarafından “1992” yılında basılıp, neşredilmiş. Yani, yakın tarihte neşri mümkün olabilmiş bir belge-eser. Ancak, ne acıdır ki; Parlamenterler, tarihçiler, vs. tarafından hiç mi hiç dikkate alınmamış olacak ki, pek üzerinde durulmamış!... Bizce, bunun başlıca sebebi: “1915 Tehcir vak’ası” ile, İttihatçıların muhtelif marifetlerinin, dobra dobra, sergilenmiş olmasındandır!.. Yalnız bir gerçeği hatırlatmak isterim: (DOST ACI SÖYLER!)
Ve hayret ediyorum: O pek meşhur tarihçiler(!) “Bernard Lewis ile Justin McCarthy” nasıl olmuş da bu değerli kaynağı fark edememiş veya kimse bu iki eksantrik tarihçiye mezkûr kaynağı göstermemiş?!..
Nasıl göstersinler ki!... Aklını Ermeni ile bozmuş, Ermeni ile yatıp, Ermeni ile kalkan bazı sözde siyasiler ile sözde yazarlar, hiç bu gibi aydınlatıcı belge kitaplara bakarlar mı!.. Asla! Çünkü, ellerindeki yegâne ucuz sermaye bir anda yoklara karışır... Her ne ise, biz asıl konumuza dönelim ve o menhus vak’a nasıl meydana gelmiş, zuhur etmiş mi, etmemiş mi bir de ona bakalım!.. Ancak, bu trajedinin bazı safhalarına geçmeden, bir de o menbus vak’adan öncesini ele alalım. Zira, o döneme özetle değinmeden, nasıl ve kimler tarafından bu acı noktaya getirildiklerini, “Türk ile Ermeni” insanının asırlar boyu iç içe yaşamış olmalarına rağmen, nasıl kanlı, bıçaklı duruma gelmişler veya getirilmişler?..
1915 TEHCİRİ’NDEN ÖNCEKİ YILLAR VE AVRUPA’DA MİLLİYETÇİ HAREKETLER!..
20 Yüzyıl Avrupa’da “Milliyetçilik cereyanlarının” hüküm sürdüğü bir yüzyıl olmuştur ki, Avrupa; Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nu bu girdabın içine çekebilmek için hemen her hinliğe başvurmaktaydı...
Gelin bu dönemi, bizzat bir Türk Milliyetçisi ve Subayı olarak o eksantrik yılları bizzat yaşamış bulunan Yüzbaşı Altınay’dan okuyalım:
(Türk gençliğinin amacı, Osmanlı Türklüğü olmalıydı. Onun kültürü ile meşgul olabilir, Osmanlılık adı altında bütün etnik azınlıklar, tabii ilerleme yönünde gelişebilirdi. Birlikte yaşadıkları bu etnik azınlıklara, Türklerin hâkim olabilmesi için de; her şeyden evvel, kültür ve medeniyet bakımından, onlardan daha yüksek bir yerde olmaları gerekirdi. Yunanistan’ı işgal eden Romalılar, kılıçlarıyla hâkim oldukları milletin; kültür değerlerine yenik düşmüşlerdi. Özellikle bu fikrin siyaseten meydana gelmesine coğrafi konum, devletin zaaf ve sarsıntı içinde bulunması de engeldi. Türklük fikrinin yayılması için bir merkeze, bir odak noktasına ihtiyaç vardı.
Almanya buna parlak bir örnekti. Alman Birliği’nin Prusya ekseninde meydana gelmesi tesadüf değildi. Şüphesiz bu, Prusya’nın yüksek bir kültere, kıvrak bir siyasete malik olmasının neticesi idi.
Keza Rus idaresinde bulunan Türkler de, Osmanlı Türklerine göre, birlik fikrini daha iyi anlayabiliyorlardı. Osmanlı Türkler ise; İttihatçılar tek taraflı, partizanca yönetimleri altında, partiye hâkim olan kişilerin ihtirasına bağlı siyasetleri sonucunda eski medeniyetlerini, haysiyet ve vakarlarını kaybetmekte idiler.
Özellikle yirminci asır, gerçek bir milliyetçilik asrı idi. Bu asırda temsil prensiplerinin tatbiki artık imkânsızdı. Avusturya ve Macaristan buna en yakın misaldi. Avusturyalıların, Macarlara veya Slavlara kendi kültürlerini kabul ettirmelerine elbette imkân yoktu.
Dilini, edebiyatını, tarihini iyi bilen bir millet için başka bir toplumun kültürünü kabul etmek, bir nevi intihardı. 20 asırda buna hiçbir milletin razı olması, baş eğmesi mümkün değildi. Bu gerçek apaçık ortada idi. Çünkü bütün Avrupa milliyet heyecanlarıyla kaynıyordu. Özellikle bir milletin kültürünü bütün bütüne ihmal etmek veya yok etmeye çalışmak açık bir cinayet idi.
Romalılar gibi geniş ülkelere sahip olan Osmanlılar bu şiddetli tedbire tenezzül bile etmemişlerdi. Her şeyden önce İslâm Dini buna şiddetle engeldi. Sonra idareleri altında bulunan milletlerin kendilerine karşı isyan edecekleri hatırlarına bile gelmezdi. Gerek güçlü devlet yapıları, gerekse adaletleri, böyle bir düşüncenin meydana gelmesine izin vermezdi.
Kafkas dağlarının kuzey eteklerine kadar ilerleyen Osmanlı paşaları, bu geniş topraklarda yaşayan hiçbir Ermeni’nin burnunu bile kanatmamıştı. Aksine, bu azınlığın mesaisinden, kabiliyetinden, Orduların başarısı, şehirlerin imarı için pek çok istifade etmişlerdi.
Türk, Ermeni, Rum ileri gelenleri, saygı ve nezaket kuralları dahilinde, müşterek bir hayat yaşarlardı. Her azınlık istidat ve kabiliyetine göre, Osmanlı yönetiminde layık olduğu yeri alır, kendini gösterme fırsatını rahatlıkla bulurdu.
Üst sınıflar bu durumda olduğu gibi, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşayan, Müslim ve Gayr-ı Müslim azınlıklar da böyle idi.
Dış şekilleri şöyle dursun, dillerini bile birbirinden ayırmak mümkün değildi. Bütün etnik grupların karşılıklı saygı ve güveni tamdı. Van’ın ücra köşelerinden İstanbul’a gelen Ermeniler, Ayvazlık hizmetleri için, kibar konaklarına giderler, ev halkının güvenini kazanırlar, adeta aile halkından sayılırlardı. Ermeni sanatkârlar, Osmanlı sanatının en güzel örneklerini meydaan getiriyordu. Böylece, ortak kültüre hizmet ederlerdi. Bu hal, Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün etnik gruplar, milliyet emelleri peşinde koşuncaya kadar, bu şekilde devam etti.
Peki, bu durum nasıl değişti?... Ne zaman ki, Avrupalılar Türkiye’nin işlerine karışmaya başladılar, içişlerimize burunlarını soktular; Türkiye’den imtiyazlar koparmak, çıkar temin etmek isteği ile Gayr-ı Müslimlerin koruyucusu kesildiler. İşte o tarihten sonra, bu durum bozulmaya başladı.
Buna, Osmanlı yönetiminin bozulmaya yüz tutması hele “İttihat ve Terakkicilerin” iktidara gelişi de katılınca, işler büsbütün çığırından çıktı. Zaten asıl sebep de bu idi.
İnşallah yeni bölümde buluşabilmek ümidi ile cümle okuycularıma mutlu yarınlar diliyorum efendim.