Dün 12 Mart 2016 idi… Türk siyasi tarihine adını “12 Mart Darbesi” veya “12 Mart Muhtırası” şeklinde yazdıran askeri müdahalenin 45. Yıldönümüydü… Türkiye askeri darbe kavramını ilk defa 27 Mayıs 1960 tarihinde tecrübe etmişti. Bu tecrübe Başbakan’ın ve iki bakanın idamı ile neticelenmişti. İşte 27 Mayıs’tan tam 11 yıl sonra asker bir defa daha devreye girecek ancak bu kez alışılanın aksine hükümeti sert bir üslupla ikaz edecekti.
Yakın tarihimizin ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs 1960 “milli hâkimiyete dayanan” demokrasiyi ortadan kaldırarak askeri vesayetin kurumsallaşması için adeta zemin hazırlamıştı. Hazırlanan 1961 Anayasası ise senato gibi kurumlarla (senatoda bazı üyeler tabii üye idi) bir ölçüde halk iradesinin önüne maniler koymaya çalışmıştır. Buna karşılık 1961 anayasası yürütme organını kısıtlıyor bireysel hak ve özgürlüklere de bir ölçüde ağırlık veriyordu. Özgür düşünce, sendikal faaliyetlerin başlaması, toplantı hak ve hürriyetlerine sahip olunması ülkede sol faaliyetlerin hız kazanmasına neden oldu. 1965 seçimleri “sol” için bir kırılma noktasıdır. Çünkü Türkiye İşçi Partisi bu seçimlerde 15 milletvekili çıkarmıştır.  Ancak özellikle yurtdışındaki sosyalist yayınların tercümelerle birlikte ülkeye girmesi çok geçmeden aşırı örgütlenmeleri de beraberinde getirmiştir. Özellikle 1965 yılından itibaren öğrencilerin üniversite sorunlarının dışında yaptıkları eylemler onları hızla siyasallaştırmıştır. 16 Şubat 1969 tarihinde İstanbul Beyazıt Meydanında ABD’nin 6. Filosu ’nu protesto etmek için öğrencilerin yapmış olduğu eylem ve bu eylemde çıkan olaylar bu durumun en somut örneğidir. Öğrencilerin yansıra işçi eylemleri de bu dönemde gözle görünür bir şekilde artış göstermiştir.  1970 tarihine gelindiğinde İş Yasası’nda yapılan değişiklik ile işçilerin sendika seçme ve değiştirme haklarının kısıtlanması başta DİSK olmak üzere çeşitli sendikaların tepkisi ile karşılanıyordu.
Türkiye 1970’li yıllara girdiğinde ülkede huzursuzluk hâkimdi. Artan grevler, öğrenci eylemlerinin yansıra gerilla faaliyetleri, banka soygunları gibi kavramlar hayatın olağan akışı içerisinde yadırganmayacak derecede yerleşmişti. Bütün bunların dışında 12 Mart 1969 seçimleriyle iktidara gelen Adalet Partisi hükümetinin izlemiş olduğu Orta Doğu Politikası, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında oluşturulmaya çalışılan geniş çaptaki işbirliği, U2 Uçak krizi ve Haşhaş Ekimi sorunu yüzünden ABD ile olan kriz ülkeyi ekonomik ve uluslararası ilişkiler anlamında zora sokmuştu. Bu huzursuz gidişten asker hoşnutsuzdu. Tırmanan anarşi ve problemler ülkeyi adeta 12 Mart’a sürüklüyordu…
Türkiye’nin sosyal ve siyasi alandaki istikrarsızlığı Ocak 1970 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu’nun gündemindeydi. Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur 1961 Anayasasının öngördüğü reformların hiçbirisinin yapılmadığını ve iktidarın tutumunu içeren 35 sayfalık bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Mart öncesinde bir müdahale yapılacağının ilk belirtisi olarak kabul edilmektedir. MGK 22 Ocak 1971 tarihinde sekiz buçuk saat süren bir toplantı daha yapmıştır. Ardından şubat ayında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile kuvvet komutanları arasında Eskişehir’de bir toplantı gerçekleşti. 9 Mart 1971 tarihinde ise komutanlar ve üst düzey askerler hava kuvvetlerinde bir araya gelerek bir toplantı gerçekleştirdiler. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler burada “ülkenin gidişatının kötülüğünden” bahsettiler. Bu toplantıda müdahale kararı alındı. Burada bir husus belirtmekte fayda görüyorum. Milli Demokratik Devrim düşüncesinden hareketle 9 Mart 1971 tarihinde bir müdahale hazırlığı da bulunmaktaydı. Ancak bu planın akamete uğraması 12 Mart muhtırasını hazırlamıştır.
     10 Mart 1971 tarihli gazeteler rütbeli subaylar arasında bir toplantı yapılacağını yazıyordu. Askerin müdahalesi kulaktan kulağa dolaşan bir dedikoduydu. Bu dedikodu Başbakan Süleyman Demirel’in kulağına kadar gelmişti.  Demirel aldığı istihbarat doğrultusunda askerin bir muhtıra vereceğini biliyordu. Peki, ama ne yapacaktı? 10 Martta rütbeli subaylar arasında yapılan toplantının sonunda MİT Müsteşarı çağırıldı. Kendisine durum anlatılmış ve Cumhurbaşkanına da iletilmesi istenmiştir. Artık 11 Mart gecesi müdahaleyi dört komutan dışında iki kişi daha öğreniyordu. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve MİT Müsteşarı Fuat Doğu. Artık müdahaleye saatler kalmıştı…
12 Mart tarihi köşk ile MİT arasında yapılan bir telefon konuşması ile başladı. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay MİT müsteşarını arayarak 11 Mart’ta kendisine bildirilen haberin Başbakanlığa iletilmesini istedi. Süleyman Demirel’in ilk tepkisi “ben buraya seçimle geldim” oldu. Ardından Demirel Cumhurbaşkanını direk telefonla aradı ama açan olmadı. Güliz sokakta hareketlilik vardı. Süleyman Demirel Başbakanlığın yolunu tuttu. Şimdi Süleyman Demirel’in önünde iki seçenek vardı. Ya istifa edecek ya da direnecekti. Demirel istifa ederse meclis açık kalabilirdi, çekilmezse ordu yönetime el koyacaktı. Saat 13.00’da radyodan muhtıra okunmaya başladı.
     Üç maddelik muhtırada şu ifadeler yer almaktaydı. “1- Parlamento ve hükümet süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. 2- Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin partiler üstü bir anlayış ile meclislerimizle değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içerisinde teşkili zaruri görülmektedir. 3- Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde TSK kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilginize…” Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur imzasını taşıyordu.
Süleyman Demirel derhal kabinesini toplantıya çağırdı. Yan odada da Adalet Partisi Başkanlık Divanı toplandı. Toplantı tam 4 saat sürdü. Başbakan Demirel verdiği röportajlarda soğukkanlılığını koruduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Muhtıranın Mecliste de okunmasından sonra yapacak fazla bir şeyi kalmayan Süleyman Demirel istifa dilekçesine “muhtırayı anayasa ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir” şeklindeki ifade ile tavrını koyuyordu. 
 Burada dikkat çekici bir husus bulunmaktadır. Muhtıranın verilmesinin akabinde adeta sessizlik, şaşkınlık hâkimdi. Hatta bazı kesimlerin destekleyen yazısı bile mevcuttu. Bu şaşkınlığın akabinde ise Nisan ayında Başbakan Nihat Erim’in “alınacak tedbirler balyoz gibi kafalarına inecektir” şeklindeki sözleri yerini telaşa bırakmış, peki ama şimdi ne olacak sorusuna yanıt aranmaktaydı. Siyaset cephesine baktığımızda ise çok değil 2 yıl sonra Süleyman Demirel Başbakanlık kapısından yeniden girecek ve askerden rövanşını Bülent Ecevit ile birlikte anlaşarak Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle alacaktı. Ancak Türkiye’nin demokrasi tarihi 2000’li yıllara kadar askeri vesayet altında sürecekti.