Avrupa devletleri, Soğuk Savaş dönemi boyunca iki süper gücün etkisi altında savunma ve güvenlik politikalarını bağımsız biçimde oluşturamamışlardır. İki kutupluluğun askeri anlamda istikrar sağladığı bir alan olan Avrupa, özellikle Almanya gibi bir devletin silahlanma açısından sınırlandırılması ve diğer devletlerin savunmaya çok fazla yatırımda bulunmaması gibi nedenlerle geçmişe oranla askeri konularla görece daha az ilgilenilen bir ortam oluşturmuştur. Zaten Avrupa Topluluğu'nun kurulmasındaki temel hedef Avrupa'da ileride çıkabilecek olası bir savaşa engel olmak ve böylece Avrupa'nın iç güvenliğini tesis etmekti. Ancak Soğuk Savaş'ın ardından özellikle Maastricht Anlaşması'nda Avrupa Birliği'nin küresel bir aktör olarak rol alabilmesi için Ortak Dış ve Güvenlik Politikasının oluşturulması kararı alınmıştı. Yani Avrupa artık İkinci Dünya Savaşı sonunda üzerinde beliren askeri pasifliği bertaraf etmeye çalışıyor ve küresel politikalarda elde ettiği ekonomik başarının bir benzerini daha yaşamak istiyordu. Bu yüzden ortak bir ordunun kurulması, insani amaçlı müdahale, kriz yönetimi, barışı sağlama ve koruma gibi konular Avrupa Birliği'nin gündemini işgal etmeye başlamıştı.
Avrupa Birliği'nin girişimleri ilk başlarda Ortak Dış Politika ve Güvenlik Kimliği adı altında ABD ve NATO tarafından açık bir şekilde desteklenmişti. Çünkü ABD, Avrupa'nın artık kendi savunmasından kendisinin sorumlu olmasını istiyordu. Yani ABD, Avrupa'da genel olarak yüklenmiş olduğu savunma ve güvenlik harcamalarının Avrupalı devletler tarafından paylaşılmasını ve nihai olarak bu yükün Avrupalı devletlerce üstlenilmesi gerektiğini dile getiriyordu. Parasal birliği gerçekleştirme gibi büyük bir projeyi başarıya ulaştıran Avrupa Birliği, artık siyasi ve askeri konularda da etkinliğini göstermeye çalışıyordu.
Avrupa Birliği'nin ABD'ye göre kriz bölgelerine daha yakın olması, onu daha etkin bir rol alma isteğine yönelten önemli faktörlerden biriydi. Çünkü Yugoslavya'nın dağılmasıyla tam bir kriz yuvasına dönen Balkanlar ve siyasal istikrarsızlık altında geleceği belirsizliğini koruyan Doğu Avrupa, deyim yerindeyse Avrupa'nın göbeğinde bulunuyordu. Önemli kriz noktalarından bir diğeri ise Avrupa'nın çok da uzağında olmayan Kafkaslar bölgesiydi. Bu bölge sıcak çatışmalar dahil birçok güvenlik sorununu içinde barındırıyordu. Avrupa Birliği'nin hesaba katması gereken en önemli noktalardan biri de bu bölgelerde ciddi bir Rusya faktörünün olduğu ve bu faktörün hesaba katılması gerektiği idi. Ayrıca ekonomik ve siyasal hedeflerini belirlemeye çalışan Avrupa Birliği'nin ciddi bir Orta Doğu politikası oluşturma gerekliliği Avrupalı devletler tarafından da olması gereken önceliklerden biri olarak kabul ediliyordu. Peki Avrupa Birliği devletleri bu politikaları gerçekleştirmede başarılı olabilmişler midir? Başarı ya da başarısızlığın boyutu nedir? Avrupa Birliği devletleri ulusal çıkarları aşıp, Avrupa Birliği supranasyonel bir kurum olduğunu gösterebilmişler midir? Şimdi bu sorulara cevap vermeye çalışalım.
Balkanlar'da Avrupa Birliği hem Bosna hem Kosova olaylarında barışın sağlanmasına yönelik ciddi anlamda hiçbir atılım gerçekleştirememiştir. Kendi içinde bölge ile ilgili alınan ya da alınması gereken önemli kararlarda ortak bir hareket ya da tavırdan söz etmek mümkün değildir. Her iki olay da ABD'nin ve NATO'nun olaya direkt müdahalesiyle kısmen de olsa çözülebilmiştir. Avrupa Birliği'nin bu derece başarısız olması Birliğin dış politika ve savunma konularında henüz prematüre olduğunu göstermiştir. Ayrıca, bu müdahaleler ABD ve NATO olmadan Avrupa'da barış ve istikrarın sağlanmasının neredeyse imkansız olduğunu ve devlet olarak ABD'ye; savunma örgütü olarak da NATO'ya alternatif bir gücün henüz oluşmadığını göstermiştir. Ayrıca Avrupa Birliği'nin henüz bir "devletler topluluğu" olduğunu ve siyasal ve askeri konularda bunun ötesine henüz geçemediğini göstermiştir. Bu durum bugün de böyledir. Dolayısıyla Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilgili aldığı kararlarda bu gerçeği göz önünde bulundurması gerekir. Yine Kafkaslar'da Avrupa Birliği'nin ciddi bir politika geliştirdiği söylenemez. Bir taraftan Ermenistan-Azerbeycan savaşında ciddi bir söylem dahi gerçekleştiremeyen Avrupa Birliği, Rusya-Çeçenistan çatışmasında da tarafsız kalmayı yeğlemiştir.
Avrupa Birliği, Orta Doğu için de ortak bir politika geliştirememiştir. Sözlü açıklamaların ötesine geçemeyen Birliğin politikaları ya tamamen Amerikan merkezli olmuştur ya da Birliğin içinde Fransa gibi ABD ile çıkarları uyuşmayan devletler çıktığında Birlik içinde ciddi anlamda çatlaklar belirmiştir. Bunun en güncel örneğini ABD'nin gerçekleştirdiği son Irak operasyonunda görmekteyiz. Fransa ve Almanya'nın ABD'ye açıkça karşı çıktığı bu operasyona İngiltere, İspanya, İtalya ve Birliğe katılacak olan Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan destek vermişlerdir. Hatta İngiltere ve Polonya ulusal ordularından bir kısmını Amerikan askeri ile birlikte Irak operasyonuna göndermiştir. Bu devletlerin desteği Blair, Berlusconi gibi devlet başkanları tarafından da açıkça ifade edilmiştir. Körfez Savaşı'nda ABD'ye açık destek veren Birlik devletleri bu müdahale esnasında görüş ve hareket birlikteliğinde bulunamamış ve Avrupa Birliği gelecekte uygulayacağı daha bağımsız ve tek sesli Avrupa hayalini başka bir tarihe ertelemek zorunda kalmıştır.