... dünden devam
1959 yılında bitirmiş olduğum Kadırga 2'nci ilkokulu sonrasında anne ve babamın gayretleri ile girmiş olduğum askeri ortaokul sınavlarını kazanmıştım…
Böylece babaannemin babası; büyük dedem 'Trabzon Fırka Kumandanı Miralay Fahrettin Bey'den' sonra, ailemizdeki ikinci asker olma şerefi bana bahşedilmiş oluyordu… Selimiye Askeri Orta Okuluna giriş sınavlarını kazandıktan sonra annemin söyledikleri hala kulaklarımdadır: 'Benim oğlum 'Paşa' olacak…' Beni bu söylemi sonrasında gurur ve muhabbetle sımsıkı kucakladığını dün gibi hatırlarım…
Hayatımın bu yeni sayfasında, daima hatırladığım çok önemli bir anım daha vardır.1959 yılının Kasım ayının o soğuk sabahında aşağıda yaşadığım o anı da hiç unutmadım, daima hatırladım: "İlk kez giymiş olduğum askeri okul üniformamın o azametli görüntüsü altında kaskatı kesilmiş bedenimle, elimden tutarak, Selimiye kışlasının nizamiyesinde içeri sokan annemin; beni yatılı okul hayatımın içerisine yapayalnız bıraktığı o anı, Kasım ayının o soğuk sabahını hiç ama hiç unutamadım…"
16 Kasım 1959 tarihinin sabah saatlerinde o kocaman kışlanın iç bahçesinde toplanmış benim gibi binin üzerinde öğrenciydik…
Kimimiz 12, kimimiz ise 14 yaşındaydık, içimizde 11 yaşında olanı bile vardı! Çoğumuz ilkokulu yeni bitirmiştik. Hepimiz henüz daha çocuktuk…
Velilerimizin ellerine sımsıkı sarılmış, ürkek bakışları ile ne olduğunu anlamaya çalışan bu küçücük askerlerin içerisinden kim bilir kaçımız subay çıkıp? Kaçımız paşa olacaktık?
Ya da..!
Artık benim yaşamımda yepyeni bir dönem başladığını o andan itibaren anlamıştım. Henüz küçücük bir çocuğun yatılı okul hayatına alışması öylesine zordu ki! Hele, hele annesinin, babanın ve kardeşinin aynı şehirde yaşadığını bile, bile…
O küçücük yaşımda, onları sadece hafta sonlarında bir gün görerek, haftada sadece bir gece baba ocağında kalabilmek, yaz tatillerinde ise sadece 2 ay boyunca onlarla birlikte olabilmek öylesine zor gelmişti ki bana… Sadece bana değil tabii ki! Benim gibi bu zorlu yaşama alışmak zorunda kalan aynı okulun sıralarını paylaşacağımız, aynı yatakhanelerde yatıp, aynı karavanalara kaşık sallayacağımız tüm arkadaşlarıma da zor gelecekti bu yaşam!
1959 yılında açılan Selimiye Askeri Orta Okulunda başlayan askeri öğrencilik yıllarım, benim çocukluğumun hayallerini, çocukluğumda yaşamam gereken aile sıcaklığını askeri okulun o soğuk kışla duvarları arasında ve katı bir disiplin içerinde eritip yok edecekti!
Sonrasında geçen İstanbul Çengelköy'deki Kuleli Askeri Lisesi ve Ankara'da ki Harbiyeli yıllarım; beni çok disiplinli bir yaşam potası içerisinde yoğuran sert bir karakter yapısına dönüştürecekti!
(Hayatım boyunca bu yapı ile tanımlandım, anlatıldım! Ama içim sımsıcacıktı. Yüreğim yufka, kalbim daima affedici idi, hiçbir zaman kindar olmadım, hayatım boyunca daima verdim, bana yardım için gelene; daima verebileceğimin en iyisini, en fazlasını vermeye çalıştım; asla ama asla kimseleri geri çevirmedim. Ancak yaptığım her işte, ülkemin değerlerine önem vermek, güçsüzlere sahip çıkmak, doğruları ve gerçekleri savunmak, yazmak, asla siyasetin içerisinde olmamak, daima yasalara saygılı ve hukuki çerçeve içinde kalarak hareket etmek; hayatımda dikkat ettiğim en önemli husus ve en değerli hazinem oldu…)
Aslında 'çakı gibi asker' tabiri bizim için söylenmiş en doğru tanımlama olacaktı! Çünkü henüz küçücük bir çocukken çıkmış olduğumuz bu zorlu yolculuğun sonuna ulaşabilenler, o yıllarda böyle subay oluyorlardı… Tabii ki bu zorlu eğitim yılları içerisinde ülke koşullarının getirdiği siyasal ve ekonomik etkileşimleri, bu etkileşimler çerçevesinde bizleri yetiştiren komutanların, öğretmenlerimizin hayata bakışlarını, milli ve manevi değerlere verilen önemi, uygulanan öğretim ve eğitim programının o günkü yapısal özelliklerini de unutmamak gerekir… İşte 50'li yılların sonu benim yeni hayatımın da başlangıcı olmuştu! Artık subay olmak için çok zorlu bir yolculuğa başlamıştım. Askeri okul hayatımın bu başlangıç döneminin en unutamadığım yaşam karesi ise: Akşam olduğunda; Selimiye kışlasının Saray Burnunu, Gülhane Parkını gören cephesinde ki yatakhanemizin demir parmaklı penceresinden o sahillere bakarak, sanki görecekmişim gibi Kumkapı da ki, baba ocağımı hayal ederdim! Acaba şu anda ne yapıyorlar, annem ne yemek yapmıştır, babam kestane kebap yapıyor mu? Ya da kardeşim Nesrin ağlıyor mu? Ya çocukluk aşkım Semanur, ne yapıyor şimdi acaba? Böylesi çocuksu düşüncelere dalmışken, nöbetçi subayının sert sesi duyulduğunda, 'Koğuş yat!' Bu sesle birlikte herkes derin bir sessizliğe bürünür; sıkı, sıkı örtündüğü battaniyesinin altında kalan hayal dünyamızın içerisinde yalnızlığımızla baş, başa kalırdık!
devam edecek ...