KIZ ÇOCUĞU

Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler. 

Nazım Hikmet                                                                                                                             (1956)

***

Savaş nedir diye sözlüğe baktınız mı hiç bilmiyorum, karşısında şu yazıyor; “devletlerin, aralarındaki ekonomik ve siyasal anlaşmazlıklar vb. nedenlerle, siyasal ilişkilerini keserek, birbirlerine karşı ordularıyla giriştikleri silahlı eylem.” Böyle söylenince dile ne kadar da kolay geliyor. Hikâye anlatır gibi sanki. “İki devlet varmış, -paylaşamadıkları her neyse- aralarında bir türlü anlaşamamışlar. Orta yolu bulamayınca kavgaya tutuşup yarmışlar birbirlerinin kafalarını.

İnsanın yüreğine dokunmayan hikâye olur mu? Savaşın hikâyesi bile katlanılabilir değil. Kan var çünkü içinde, ölüm var, korku ve gözyaşı var. Bütün bu olumsuzluğun içinde iyi olan ve muhakkak muhafaza edilmesi gereken tek şey “umut”.

Benimkisiyse savaş kalıntıları arasındaki umuda tutunma hikâyesi.

***

Bin dokuz yüz kırk beşte, ben henüz iki yaşımdayken ailem kıyametin provasından kaçmayı başardı. Hiroşima, kısa hayatımın hiçbir anında anlam veremediğim sebeplerden ötürü, ‘insanlık tarihinin en büyük utançları listesine’ adını yazdıran bir felaketin ev sahibi olmak zorunda kaldı ve biz mucizevi(!) bir şekilde bu felaketten canlı sıyrıldık.                                                     “Çok şanslı olmalıyız” dedik uzun bir süre, Tanrılara minnettardık. İnsanlar kemikleriyle beraber eridi, evlerimiz yandı, koca bir şehir yerle bir oldu ama bizim burnumuz bile kanamadı. Olanlardan sonra –belki de yeni bir yıkımı daha kaldırabilecek metanetimizin olmadığına inandığımızdan-  bizi üzen bir şey daha yaşamayacağımıza ikna ettik kendimizi. İnsan yanılıyor. Ve yanılgı ne kadar büyükse ardından gelen hayal kırıklığı da o kadar büyük oluyor.

Bin dokuz yüz kırk beşten on yıl sonra, yeniden inşa edilen hayatımızın huzurlu sıradanlığıyla yolumuza devam ederken, tekdüze yaşamımızı sarsan bir şey oldu, ‘bayıldım’.                            İradem dışında yattığım ve dakikalarını sayamadığım baygınlık uykusunun getirdiği haber başarılı okul hayatımın, neşeli oyunlarımın, ailecek geçirdiğimiz mutlu dakikaların üzerini gece gibi örttü. Bayılmam, boynumda çıkan şişlikler, acıyla kendini gösteren yaralar vücuduma sinsice giren radyasyonun ve bedenimin radyasyona cevabı olan ‘atom bombası hastalığının’ göstergeleriydiler. “Savaş yıllar önce yapamadığını yapıyor” dedim kendi kendime, “beni öldürüyor”…

Hiroşima anlatılarıyla büyüyen çocuklar için ‘ölüm’ endişe verici bir kelime değil aslında. Aksine korkunç bir sonla yüzleşmiş kayıplarımıza saygı duymamızı sağlayan, hatıralarını yaşatmamız gerektiğini düşündüren ve bizleri her zaman iyiliğe, çalışkanlığa, kararlılığa yönlendiren bir kelime. Fakat ölümü beklerken yaşanılan korku ölümden büyük. Hakkında hiçbir fikre sahip olmadığım, vaktini kestiremediğim ve mutlaka yalnız olmak zorunda olduğum bu yolculuk “keşke bebekken patlamada ölseydim, şimdi bunları yaşamasaydım” dedirtecek kadar ürküttü beni.  

Hayata yavaş yavaş veda ettiğime emin olduğum gün okul arkadaşlarımdan biri ziyaretime geldi. İyi dilekleri bile kaldıramayacak kadar zayıftım o gün, hissettiğim şiddetli korku bana olduğu gibi hükmediyordu. Ruh halimin vermiş olduğu sessiz kalma hakkımı sonuna kadar kullanıp tek kelime etmedim ziyaretçimle. O da konuşmaktan başka bir iletişim yolu seçti kendine. Çantasından parlak bir kâğıt çıkardı, katlayarak bir turna kuşu yaptı. Sonra da bir efsaneden bahsetti bana. “Hasta birisi kâğıttan bin tane turna kuşu yaparsa, tanrılar bu kişinin dileğini yerine getirir ve onu sağlığına kavuştururlar.” Yüreğimi titreten korkuyu bir anda söküp attı bu efsane. Korku ölüme engel değildi ama cesaret onu geciktirebilirdi. Yaşayabilme ihtimali de mücadeleye değerdi. Bu yüzden kâğıt katlamaya başladım, durmadan turnalara yenilerini ekledim. Konuştum her biriyle. “Kanatlarınıza huzur yazacağım” dedim, “böylece tüm dünyada uçabileceksiniz”… Efsaneye inancım tamdı ya da inançlı olmak umudumu canlı tutan tek ilaçtı.  Yılmadan, hüzne kapılmadan, tüm gücümle tam altı yüz kırk dört tane turna yaptım. Bininci turnayı katlayabilme isteğim son günlerimi umutla ve mutlulukla geçirmemi sağladı ama mücadelemi tamamlayamadım. Ve bir daha asla korkmayacağım bir uykuya daldım…

NOT: Sadako’nun ölümünden sonra arkadaşları eksik kalan turnaları tamamladılar ve bin turnanın tamamını Sadako ile beraber gömdüler. O günden sonra ‘turna kuşları’ nükleer silahsızlanmanın ve barışın sembolü haline geldiler. Hiroşima’da Sadako’nun ve atom bombası sebebiyle hayatını kaybeden bütün çocukların anısına Sadako’nun bire bir ölçülerinde bir heykeli yapıldı. Bu heykel her yıl barış günü ilan edilen 6 Ağustosta turna kuşlarıyla donatılıyor.