Geçmiş / Hz. Muhammed’den önceki zaman, Şimdiki / Saadet Asrı / Hz. Muhammed’in yaşadığı dönem ve gelecek / Hz. Muhammed’den sonraki zamanlar; içlerinde pergamberlik delil ve kanıtlarını barındırıyor. Hepsi tek bir dil ile yüksek, yüce ve üstün ahlâkın kaynağı olan Hz. Muhammed’in zâtına işaret ediyor. Doğruluğu gerektiren peygamberliğin ilâncısı oluyorlar. Zâtına ve şahsına ait delillerin sesleniş ve çağrısına cevap veriyorlar. Hep birlikte el ele vererek Hz. Muhammed’in peygamberliğini en yüksek şekilde ilân ederek; kör olmayanlara bu gerçeği gösteriyorlar. Bir bakıma: “Görenedir görene, köre ne?” deyişini de, hatırlatmış oluyorlar.

     Bu durumda, kâinat ve âlem kitabından olan zaman faslının üç sayfasını; yani kendinden önceki, sonraki ve yaşadığı devri incelemek lâzım. Hem de o kitaptan en büyük, en nurânî / en aydın mes’ele olan Hz. Muhammed’in zâtını / kişiliğini iyice anlayıp, O’nun mânen var olan mânevî şahsiyetini ziyaret etmek gerek. Ancak bu şekilde bürhan ve delilin kübrasını / en büyüğünü yani Hz. Muhammed’in peygamberliğini anlamak mümkün ve olasıdır.

     “Fıtrî / yaratılıştan olan karagözlülük; sun’î / yapay karagözlülük gibi değildir.” kaide ve kuralına göre, sun’î / yapay ve tasannuî / yapmacık ve zorlamalı olan şey; ne kadar mükemmel ve tam da olsa; tabiî olanın yerini tutmaz. Tüm görünüşünün hâli ve davranışlarındaki falsolar, yaldızın altındaki sahteliği dışa vurmakta gecikmeyecektir.

     Yüksek ahlâkın; hakikatin zeminiyle olan bağlantı unsuru ciddiyettir. Kan dolaşımı gibi hayatlarını idame edip sürdüren, imtizaç / uyuşma ve uygun oluşlarından tevellüt eden / doğan şeref, onur, itibar ve haysiyete kuvvet veren, tamamına intizam / düzgünlük sağlayan yalnız sıdk ve doğruluktur.

     Evet, şu rabıta / bağ ve alâka denilen sıdk / doğruluk ve ciddiyet kesildiği anda, o yüksek ahlâk kurur ve hiçbir işe yaramaz.

     Birbirine mütenasip / uygun işlerde temayül / meyil ve yönelme ve tecazüp / birbirini çekme ve mütezadde / birbirinin zıddı olan eşyalarda / şeylerde tenafür / nefretleşme ve tedafü / birbirini def etme denilen meşhur kaideler; maddiyatta nasıl cereyan edip meydana geliyorsa; mâneviyat ve ahlâkta da cereyan eder.

     “Umumda / genelde bulunan hüküm, fertte / bireyde / bütünün parçasında bulunmaz.” yani “Küll hakkında bir hüküm vardır ki, o bütünün her bir parçasında bulunmaz.” veya “Cemaatta / toplulukta olan kuvvet, fertte yoktur.”

     İşte âsâr / eserler ve siyer / Hz. Muhammed’in hayatını anlatan kitaplar ortada. Hem de sayısız denecek şekilde kütüphane raflarında bizlere arz-ı endam ediyor.

     Hattâ a’dânın / düşmanların şehadet ve tanıklık etmeleriyle, Hz. Peygamber’in yüksek ahlâkı; zâtında mevcut ve varlığı muhakkak ve gerçektir. Yüksek ahlâkının sirayet etmediği, içine sızmadığı hiçbir söz ve hareketi yoktur. Yüksek ahlâkının boyasıyla boyanmamış hiçbir söz, hareket ve duruşuna rastlanmamıştır. 

     Velhasıl Hz. Muhammed; herşeyi saran ve kuşatan yüce ve yüksek ahlâkından tevellüt eden / doğan, izzet ve haysiyetten neş’et eden / meydana gelen vakar / ağırbaşlılık ve izzet-i nefis ile dopdolu bir şahsiyet ve kişilik sahibidir. 

     O yüksek ahlâkla müzeyyen / süslü olan Hz. Peygamber; her türlü hile ve dolap ve kizpten / yalandan uzaktır. O gibi şeylere tenezzül etmeyen / eğilmeyen; apak, arınmış bir mahiyet arzeder.

     Çünkü hayat, maye ve temelleri makamında olan sıdk ve haklılığı; her yerde ve her zaman kendini apaçık göstermektedir. 

     Zira, cevval şule / etrafına ışık saçan parıltı gibi, nübüvveti / Hz. Muhammed’in peygamberliğini aleniyete ve gözler önüne çıkarıyor.

     Nasıl ki, bir adam yalnız şecaatle meşhur olursa, o şöhret; ona verdiği haysiyeti ihlal etmemek / bozmamak için, kolaylıkla yalana tenezzül etmez / yönelmez. Nerede kaldı ki, cemî / bütün yüksek ahlâkı birden kendinde toplasa...

     Evet, mecmû, toplam ve tümde bir hüküm bulunur  ki, fertte bulunmaz.