Pek Muhterem Cit-Gez remzini kullanan Kardeşimiz. 
Yedikıta Dergisini biliyorum. Fazilet Neşriyat ve Ticaret Anonim Şirketi bünyesinde aylık olarak neşredilen Dergi, hâlen Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde çalışan ve emekli olan arkadaşlarımızın katkılarıyla çıkarılmaktadır. Eskiden bu kabil yayınlara “Mevkûte” denilirdi. Tam olarak ta’rif etmek gerekirse “Aylık Mevkûte” demek daha doğru olur. 
Dergi’nin son sayısı, 18 Mart 2015 Çanakkale Zaferimizin 100.yılı münasebetiyle, Çanakkale Deniz Zaferine tahsis edilmiştir. Aylık bir mevkûte olması daha ziyâde Arşiv belgelerine istinâden en az, yüzyıl, bir asır öncesinin vukûatına yer vermesi bakımından, tarihî vaka’lara, merâkı olan tarih severlere, tarih öğretmenlerine ve akademisyenlere hitap etmektedir. Farklı kulvarlarda kulaç atıyoruz. Günümüz, siyâsî, içtimâî ve dînî mes’elelerinde tarağı bulunmuyor. Elbette takdirle karşılıyorum. Meselâ, kendi Memleketim Konya-Beyşehir’de, Beyşehir gölünden Konya Ovasına bir kanal vasıtasıyla su aktarılması tesisleri, Sultan Abdülhamîd Han tarafından Almanlarla iyi ilişkiler sonucu Almanlara yaptırılmıştır. Tarihî Beyşehir Taşköprüsünün ve 110 km.’yi bulan su kanalının hikâyesini ve tarihçesini bu dergiden tafsilatıyla öğrenmiştim. Sizin sorunuz benim de yazarları arasında bulunduğum ve yazılarımın ve sizin yorumlarınızın yer aldığı, gazete gibi bir başka gazete ve dergi tavsiye edebilir misiniz? tarzında anladığım için herhangi bir tavsiye’de bulunmamıştım. 
Aziz Kardeşim, günümüzde kitap, gazete ve dergi tavsiye etmek hem çok zor hem de çok tehlikelidir. 
Adam çıkıyor, dört cilt’lik, Haz.Peygamber’imiz hakkında ilk bakışta mükemmel, muhteşem görüşler serd’ediyor. Fakat ilerleyen bölümlerinde, tam bir Hıristiyan Kardinali gibi “Bu devir’de Kelime-i Tevhid’in, Kelime-i Şehâdet’in ikinci bölümü söylenmese de ikinci bölümlerine inanılmasa da olur,” diyor. 
Eskiden, herhangi bir kitab’ın dibâcesinden, fasıl ve Bab’larından o kitap hakkında doyurucu bir ma’lûmata sahip olabilirdiniz. Günümüzde böylesine üstünkörü bir tedkik ile kitap, gazete ve dergi tavsiye etmek bu mahzurları ihtiva ettiği için çok mahzurlu olup çok büyük bir mes’ûliyyet iltizam etmektedir. 
1970’li yıllarda, daha ziyâde, ticârî kazanç elde etmek için bir tercüme ve kitap basma furyası yaşanıyordu. Ba’zı yayınevleri, Osmanlı’nın son dönemlerinde, teşvik ve tergîp olan, sağlam delillere istinad etmeyen “Ruviye” (rivâyet olunmuştur,) kimin rivâyet ettiği, kimden rivâyet ettiği belli olmayan afâkî rivâyetlerle yazılan eserler tercüme ediliyor, sâdeleştiriliyor, yapılan kesif reklâmlarla pekçok basıyordu, satıyordu. 
Molla Hüsrev Hazret’lerinin fıkıh dalındaki en önemli ve mu’teber eser’lerinden, “Dürerü’L-Gurer”i bile Arapça bilmez bir avukat tarafından tercüme edilmiş ve bastırılmıştır. 
O yıllarda Bâbıâlîde Sabah ve UFUK Gazete’lerinde “Kitaplar Arasında” serlevhalı, köşelerimde kitaplar tanıtıyor, takdim ediyor, tenkid ediyordum. Bana gönderilen kitapların neredeyse tamamında, saygı duyduğum bir hocaefendi ile devrin il müftü’lerinden birisi ve benim de çok yakından tanıdığı Muhterem bir Zât-ı Muhterem’in takrîz-takdimleri vardı. Gerçekten Kitapların takdim ve takrîz’lerinin altında bu iki zâtın ıslak imzaları bulunurdu. Aralarında, bin sahifelik hacimli eserler de vardı. Hep merak ederdim. Acaba, bu hocaefendiler bu kadar çok ve hacimli eser’leri ne zaman nasıl okuyor, tetkik ediyor ve görüş bildiriyorlar. Çünkü, takrîz ve takdimler’de, kitabı satır satır okuduklarını, müellif veya mütercimlerin fevkalâde başarılı bulduklarını kitapların mükemmel olduğunu ifade ediyorlardı. 
Her iki hocaefendi’nin de hazır bulundukları bir mecliste kendilerine sordum. “Aziz Hocalarım, bendenizi ma’zûr görün, fakat bu kadar çok, aynı zamanda hacimli kitapları hangi zaman aralığında ve nasıl tetkik edebiliyorsunuz?” dediğimde, “Biz nâşirlere güveniyoruz, bu bakımdan onların yazdıkları takdim ve takrîz yazılarının altına rahatlıkla ve huzur içinde imzalarımızı koyuyoruz,” demişlerdi. Oysa, bendeniz, tavsiye edeceğim kitapları satır satır okuyor, eğer kitab’a sünnete, hattâ, ehl-i Sünnet akidesine aykırı bir husus görürsem, kitabı sahibine iade ediyordum. Aksi bir durum söz konusu ise yerine göre kitabı takdim ediyor, tavsiye ediyordum. Demem odur ki, kitap, dergi ve gazete tavsiye etmek çok ciddî tehlikeleri beraberinde getirir. Hele, bütün şeytan’ların melek suretine büründüğü bu zamanda... 
Değer’li Üveys Kardeşim. Zât-ı âliniz gibi diğer yorumcu arkadaşlarımız ve diğer okuyucularımız ve bir şekilde bu yorum ve cevaplara muttalî olan Kardeşlerimiz, tıpkı, sizler gibi bu yazıları orjinal buluyorlar, herkesin internet site’lerine ulaşamadıklarını ve eğer kitap haline getirilirse daha çok insanımızın faydalanabileceğini söylüyorlar. Doğrudur, biz de öyle düşünüyoruz. İmkânlar hasıl olduğunda niçin olmasın... 
Değer’li Yusuf Kubat, Muhterem Ertuğrul ve Pek Muhterem, M.Gür. 
Bu zemine gösterdiğiniz yakın alâka ve şahsıma karşı gösterdiğiniz i’timad ve iltifatınız için sizlere Can-u Gönülden teşekkür ederim. Bizi daha çok araştırmaya daha çok tetkike sevkedecek suallerinizi ve yorumlarınızı beklediğimi ifade ediyor hürmetlerimi kabûl buyurmanızı diliyorum. 
Değer’li Osman Ertürk Kardeşim. Kardeşler arasında nâz ve niyâz’a dayanan münazara bile güzeldir. Müceddid’in sık tekrarladığı bir kelâmı vardı. “Baca ne kadar eğri olursa olsun, dumanı düz çıkar,” Dilde, uslûb’da, kelime inşa’ında kırıcı-dökücü sertlikler bile olsa niyet hâlis olursa âkibet sâlim olur. İğneleyici de olsa, yorum, tenkid ve tenvirlerinizi beklediğimi bilmenizi istirham ederim. Efendim. 
Değerli Ertuğrul Kardeşim. Doğrudur, bu gazete’de haftanın ba’zı günlerinde yazıları çıkan Recep Aslan’dır. 
Büyükler’den bir Mübârek zât’a, “Efendi falanca zât sizin hakkınızda ileri geri konuşuyor, sizin aleyhinize sözler sarf ediyor,” dediklerinde, Hayır! O zât benim hakkımda konuşmaz-konuşmamıştır. Çünkü benim o zâta herhangi bir iyiliğim dokunmadı.” buyurmuştur. 
1970’li yıllarda, Gazetecilik ve Matbaacılık sahasında bir çığır açmıştık; günün şartları içerisinde, başka gazete ve dergilerin sokağından bile geçemeyenleri biz gazetelerimizde ve matbaalarımızda işe almıştık. O yıllar’da Anadolu illerinde üniversiteler yaygın değildi. Onun için Anadolu’nun muhtelif illerinden İstanbul’daki üniversiteler’den herhangi birisini kazananlar, İstanbul’a gelirlerdi. Yurt imkânları da kısıtlı olduğu için de İstanbul’da okumak, barınmak, iaşe ve ibâte için iş ararlardı. 
Recep Aslan ve benzerlerine iş verdik, aş verdik. Kısa bir müddet zarfında ellerine kalem verdik, fotoğraf makinesi verdik. Gazete’de hazırladığı haberlere sütûn açtık, kaleme aldıkları yazılar için köşe’ler tahsis ettik. 
Aralarında, çok iyi muhabirler, teknik elemanlar, yazarlar, çizerler çıktı. Zaman içinde topluca bizden ayrıldılar yüksek tirajlı gazetelerde, yeni servisler kuranlar oldu. Hattâ, bu şahıslar o yıllarda, Sabah Gazetecilik Mektebinden me’zun olduklarını iftiharla söylerlerdi. Gittikleri gazete’lerde, bunlara “Sabah Kolonisi” unvanı verilmişti. 
Kayıtlarıma göre, Sabah ve Ufuk Gazete’lerinde sorumluluk aldığım yıllar içinde, muhâbir, sekreter, yazar, çizer, istihbarât elemanı, Matbaa’daki teknik servislerde, 2.100 kişi gelmiş geçmiştir. Bunlar’dan birisi de, bahsettiğiniz Recep Aslan’dır. Pek çoğu ebediyyete intikâl etmiş olanlar’dan, hayatta olanlarla karşılaştığımızda karşılıklı sevgi-saygıdan başka bir durumla karşılaşmayız. Canı sağolsun, Recep Kardeşimiz bizim hakkımızda ne söylemiş olursa olsun, biz eskiden olduğu gibi bundan sonra da sevgimizi eksik etmeyiz, etmeyeceğiz. Peygamber’imizin bir hadis-i Şeriflerini burada meâlen arzedeceğim. “İyilik edene iyilik yap, kötülük edene de iyilik yap, kötülük edenin kötülüğü zâten kendisine yeter,” “Döveni dövmek, sövene sövmek, bize yakışmaz”...