Muhterem Kardeşim Şeref ŞENYIL Beyefendi.
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (o kitap’taki Peygamber’i), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara 2/146)
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Resûlüllah’ı) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyân edenler var ya, işte onlar inanmazlar.” (En’âm 6/20)
(Yahudiler Tevrat’ta, Hıristiyanlar İncil’de âhir zaman Peygamberi’nin vasıflarını gördüler, onun gelmesini beklediler; her nesil bunu kendisinden sonra gelenlere ve geleceklere anlattı ve mutlâkâ o Peygamber’e iman etmelerini tavsiye etti. Bunun için her iki zümre de bu Peygamber’in gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak onun Araplar arasından ve bir yetim kimse olarak gönderildiğini görünce sırf ırkçı’lık gayreti ve düşüncesiyle inkâr ettiler. Halbuki onun hak Peygamber olduğunu kendi oğullarının bilip tanıdıkları gibi biliyorlardı.)
Yahûdî ruhbanları, hahamlar, Hıristiyan ruhbanı, rahipler, papaz’lar ve diğer inanç sahibi bilumum müşrikler, Allah’ın Kitabı, Kur’ân-ı Kerim’in son kitap, Sevgili Peygamber’imiz Haz.Muhamed-Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in son Peygamber olduğunu kesinkes bilmektedirler. Kendi öz oğullarını bildikleri gibi bilmektedirler. Küfr-ü İnâdî olarak inkâr etmeye devam ediyorlar.
MÜTEŞEYYİHLERE GELİNCE:
Geçmişte ve günümüzde şeyh olmadıkları halde şeyh’lik taslayanlar, gerçek ma’nada şeyh olmadıklarını herkesten çok kendileri bilirler. Öyle ya, Şeyh olmak için, öncelikle, irşâd ve ihdâ’ya ehil ve salâhiyetli birisinin eteğine yapışmak gerek. Seyr-i Sülûkini tamamlaması, Şeyh’inin izniyle uygun bir zamanda ve mekân’da çilesini çekmesi gerekmektedir. Müteşeyyihler, bunların hiç birisiyle alakalarının bulunmadığını elbette herkesten daha iyi bilmek durumundadırlar. “Teşbih’te hataya yer yoktur,” denilir. Meselâ, Orgeneral rütbesiyle karşınıza birisi çıksa, sormaz mısınız? Efendi, iyi güzel de, Askeri Liseyi nerede bitirdiniz, Harp Okulu’ndan ne zaman me’zun oldunuz, Harp Akademilerini hangi tarihte bitirdiniz, hangi kıt’a görevlerinde bulundunuz? Bir bir müktesebatı sorulmaz mı? Bunlar, bırakınız şeyhliği, Şer’i Şerifteki pek çok defolarıyla gerçek ma’nada herhangi bir mürşid-i Kâmil’e mürîd bile olamazlar...
Pek Değerli Kardeşim Selim Ak Beyefendi.
Hüsn-ü Zan, hiç kimsenin adı değil, bütün Müslüman’larda bulunması gereken bir vasıftır. Tanımadığınız, bilmediğiniz birisi hakkında Hüsn-ü Zan’da bulunabilirsiniz. Ama, yakından tanıdığınız, niyetini okuyabildiğiniz, geçmişteki davranışları hakkında yakînî bilgilere sahip olduğunuz birisi hakkında, Hüsn-ü Zan’da bulunamazsınız. Adı geçen zâtı siz son bir ay içinde tanımaya çalışıyor olabilirsiniz, bu satırların yazarı, kendisini 1970 yılından beridir, tanımaktadır. Bizim vazifemiz, kâfirin küfrünü, münafığın nifakını ve fâsık’ın fıskını izhâr etmektir.
Aziz Kardeşim Abdullah Kara Beyefendi.
Biz, toplumdan uzaklarda dağ başında yaşayan birisi değiliz. Öyle olsaydı, hep âfâki, “Bamya’nın Fazileti,” tür yazılar yazmaya devam ederdik. Sizin siyâsî mahiyetteki yazılara karşı olduğunuz kadar zaman zaman, hele, ciddî bir şekilde ihtiyaç duyulduğunda, mutlakâ siyâsî meselelere de temas etmemizi çok arzu eden kardeşlerimiz de mevcuttur. Meselâ, zat-ı âlinizin şiddetle tenkid ettiğinizi tahmin ettiğim o siyâsî tespit için bir başka kardeşim, “Sayın Hocam! çok güzel tespitlerde bulunmuşsunuz... Tarih tekerrür ediyor, aktörler değişiyor,” tesbitini yapmıştır. Bendeniz yazılarımda, dinî, içtimâî, kültürel ve siyâsî fark etmez, fotoğraf çekiyor, tespitler’de bulunuyorum. Aslâ hüküm vermek gibi bir ukalalık’ta bulunmuyorum.
Ali kardeşim, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday’lar’dan ikisi şöyle ve böyle tanınıyordu. Ancak, Nevzuhûr birisi vardı, tanınmıyordu. Kimlerin ne sâikle ortaya sürdükleri de pek bilinmiyordu.
57 İslâm ülkesini idare etmiş, büyük bir İslâm âlimi olduğu, tarzında lanse edilmişti.
Öyle ya, “ne dersek bu Müslümanlar aldanırlar,” mantığı ile bir trova atı olarak içimize sürülmüştü.
Biz, sizin ta’birinizle bu siyâsî mahiyetteki yazılarımızla bu zât’ın biraz tanınmasına yardımcı olduk.
Siyâset yapmak, siyâset yazmak aslında çok kötü bir şey değildir. Eğer sizin düşündüğünüz gibi siyâset yapmak, siyâset yazmak çok kötü bir şey olsaydı, geçmişteki büyüğümüz, hâlen başımızdaki büyüğümüz siyâset yapmazdılar.
Kötü olan, siyâsî körlük, siyâsî taassup ve siyasete at gözlüğüyle bakmaktır.
Abdullah Kara Kardeşim. Öyle anlaşılıyor ki, zât-ı âliniz de, Piyâlepaşa Yurdu’nun yıkılmasına takılıp kalmışsınız. Cumhuriyet’le yaşıt, küfr’ün merkez-i Umûmiyesi’nin Nâşir’in Efkâr, bir gazete de aynen sizin ifade ettiğiniz gibi manşet atmıştı. “Van’da, Akdamar Adasında Kilise açanlar, İstanbul’un göbeğinde Kur’ân Kursu yıktılar.”
Aziz kardeşim, tavsiyem, bir daha bu mes’eleyi gündeme getirmeyiniz. Piyâlepaşa Yurdu Mes’elesinde içyüzü açıklanırsa, sizi ve bizi ciddî sıkıntıya sokar. Şimdilik bu kadarla yetinelim, olmaz mı?
Pek Muhterem Kardeşim Osman Ertürk Beyefendi.
Yukarıda ba’zı yorumcu kardeşlerime verdiğim cevaplardan da anlaşılacağı üzere, benim yaptığım, yapmaya çalıştığım, sadece tespitlerdir. Yoksa kimseye nasîhat etmek gibi bir ukalalığımız olmaz.
Biz, bizzat veya bilvâsıta, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri’nden (K.S.) terbiye almışızdır. Sevgili Peygamber’imiz, “Rabbim beni Te’dib etti ve ne güzel de te’dip etti,” buyurmuştu.
“Mürşid-i Kâmil, bizi te’dip etti ve edebimizi de ne güzel yaptı,” diyoruz. Elbette, bu te’dib’in en önemlisi, haddimizi bilmektir. Ne güzel tekrarlamışsınız, “Kişi haddini bilmek kadar irfan olmaz,” atasözü bizim için ne kadar geçerli ise, sizin için de o kadar geçerlidir. “Geçmişte ve gelecekteki bütün günahları mağfiret deryasında olan, Allah’ın Resûlü, “Ben günde yüz def’a istiğfar ediyorum,” buyurduğuna göre, elbette her an tevbe ve istiğfar ederiz.
Aziz Kardeş Osman Ertürk Beyefendi.
Yaşını başını, bu yol’daki müktesebatını bilmiyorum. Ama, bilinen ve âşikâr olan husus, İmam-ı Rabbânî Evladı edebinden-terbiyesinden nasipdâr olmadığınız... Babanız yaşında, belki de dedeniz yaşındaki muhatabına “Sen”, “Senin gibi bir-kaç tane,” gibi hitap etmeniz göstermektedir. Bırakınız insanları, hayvanlar bile ta’dât edilirken, “Tâne” kullanılmaz, “yüz baş, ikiyüz baş” gibi telaffuz edilir.
Madem ata sözlerine âşinasınız, öyleyse “Uslub-u Beyân Ayniyle İnsan,” denilmiştir.
Hem sonra nasîhatten bu kadar korkmak niye? Unutulmasın ki, Peygamber’imiz, üç def’a tekrar ederek, “Muhakkak ki, din nasîhattir,” üç kerre buyurmuştur.
Nice ehlikemâl, kemâlâtını büyüklerinin nasîhatleriyle kazanmıştır. Merhûm Büyüğümüz, Cennetmekân, Bey Ağabeyimiz, Kemal Kacar, Merhûm Ziya Paşa’nın, “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr, tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir,” deyişini sık kullanır, ba’zıları için “Bunlara kızılcık sopası lazımdır” diye de latife’de bulunurdu.
Pekiyi! “Küfrü iltizam, küfürdür”, “Küfre rıza küfürdür,” tespitlerine söyleyeceğiniz, söyleyebileceğiniz, bir şeyler var mıdır?
Aziz Kardeşim Recep Gür Beyefendi.
Yukarıda, Osman Ertürk Beyefendi’ye verilen cevaplar sizin için de geçerlidir.
Şu kadarını ifade edeyim. Kimlerle beraber olacağıma, hangi belgelere imza koyacağıma kâfi bilgiye, tecrübeye sahibim.
1968’den i’tibâren, pek çok anlaşmaya, kontrata, binlerle ifade edilebilecek makaleye imza attım. Demek ki, nereye imza atacağımı, kiminle, kimlerle beraber olacağımı acı tecrübelerle öğrendim.
Üveys remziyle katkı veren pek değerli kardeşim, düşüncelerinize, yorumlarınıza aynen katılıyorum. Aziz milletimizin tercihinde zerra kadar bir katkımız olmuşsa bundan bahtiyarlık duyarım...