“Ahmed,” remziyle sürekli yorumlarda bulunan Beyefendiye: 

Bir Câmia’da, bir toplulukta fitne’nin zuhur etmesi için o Câmia’nın ferd’lerinin kalbinde fitne olması gerekmez. İslâm Tarihi’nin en büyük ve en şiddetli fitne’lerinden birisi, Haz.Osman radiya’llâhu anh, Efendimizin şehîd edilmesi üzerine Eshab-ı Güzîn arasında zuhur etmiştir. Sizin kafanızla, sizin mantığınızla, hâşâ! Ashab-ı Kiram’ın bütün ferd’lerinin kalbinde fitne vardı ki, aralarında bu şiddetli fitne zuhur etti. Böyle bir iz’an, böyle bir mantık, Ashab-ı Güzîn’in bütün ferdlerini ta’n etmek demektir ki, Ashab-ı ta’n Neuz-ü Bi’llâh, insanı küfre kadar götürür. 

Öyleyse neymiş? HERHANGİ BİR MEVZU’da, bilginiz yoksa, fikriniz yoksa, hüküm vermeyeceksiniz. 

Ali Benli Beyefendiye: 

Aziz Kardeşim. Ben hiçbir zaman kendi başına buyruk birisi değildim. Emredildi, ders okuttum, buyurduğunuz gibi Çatalca’da Tekâmül okuttum. Emredildi, ıslah ve te’lif-i Beyn için bütün Türkiye’yi dolaştım. Emredildi, 15’e yakın Kurs’un katıldığı, yaz kampında, 1.000’den fazla talebe’ye ders okuttum. 

Emredildi, şirket’lerin kuruluşlarında fiîlen çalıştım. 

Emredildi, Gazete’lerin kuruluşunda, devralınışında bulundum. Bir dönem imtiyaz sahipliğini, gazete’ler kapanıncaya kadar Müessese Müdürlüğü’nü yaptım. On seneden fazla bir zaman bunların tasfiyesiyle uğraştım. Emredildi, Köşe’ne çekil, bizim emrimizi bekle! denildi, Köşeme çekildim, verilen emirleri hakkıyla yerine getirmeye çalıştım. 

Ve yine emirleri üzere, tecrübelerimi, bildiklerimi Kardeşlerime aktarmaya gayret sarf ediyorum. 

Bakıyorum da, kâh, Ahmed remzini kullanan arkadaşa, kâh, Hatipzâde remzini kullanana pas veriyor, cephâne taşıyor, müştereken sanki bir silahla ateş ediyorsunuz. Ya birilerine yaranmak için işaret fişeği yakıyorsunuz, ya da meşhûr olmak isteyenlerin cami duvarına şey ettikleri gibi nahak yere bendenize saldırıyorsunuz. 

Gelelim şu fitne mes’elesine: 

“Bir de öyle bir fitne’den sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz, (umûma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfal 8/25) 

Abdullah İbn-i Mes’ûd radiya’llahu anh Efendimiz, bu âyet-i Kerime nâzil olduğunda, biz birbirimize bakıştık, acabâ, zuhur ettiğinde, sadece zâlimlere değil, umûma sirayet ve herkesi perişan eden bu azîm fitne neme nem bir şeydir? diye birbirimize sorduk, anlayamadık, anlatamadık. Ne vakit ki, üçüncü Halife Haz. Osman radiya’llâhu anh, haricî’ler tarafından şehid edildi, fitne’nin ne büyük bir belâ olduğunu idrak ettik,” buyurur.

BÜYÜK FİTNE’NİN ZUHURU: 

Hazreti Osman radiya’llâhu anh Efendimizin şehid edilmesi üzerine, Haz. Ali Kerreme’allâhu Vechehû Hazretleri dördüncü Halife olarak seçilmişti. Başta Hazreti Muaviye radiya’llâhu anh Efendimiz olmak üzere, Hazreti Osman radiya’llâhu anh’in akrabası, Halife, Haz.Alî’den, Haz.Osman’ı şehid eden kâtillerin bulunmasını ve derhâl kısas uygulanmasını istediler. Hazreti Ali Kerreme’allâhu Medine-i Münevvere’de durumun vahim olduğunu, hâricî’lerden, yüzden fazlasının Haz.Osman’ı kendisinin şehid ettiğini iddia ettiklerini, Medine’de sükûnet sağlandıktan sonra, Osman’ı şehid eden kâtilin bulunup-yakalanıp cezasının verileceğini söylemesine rağmen, karşı taraf, derhal ve hemen uygulansın, diyerek, isticâl göstermişti. 

Aşere-i Mübeşşe’den (dünyada iken cennetle müjdelenenlerden) Haz.Talha ve Zübeyr radiya’llâhu anhümâ, Medine’den ayrılarak onlara katıldı. Ümmü’l-Mü’minin (bütün mü’min ve mü’minât’ın anneleri) Haz.Aişe-i Sıddıka ve Mutahhare de onlara katıldı. Taraflar arasında, asırlardır, mü’minleri dilhûn eden ve yakan, Cemel Harbi vukû buldu. Bu muharebeler esnasında, bin on üç (rakamla 1.013) sahâbî şehid edilmiş, bunların arasında cennetle müjdelenen, Haz.Talha ve Haz.Zübeyr radiya’llâhu anhûmâ Hazretleri de bulunuyordu. 

Haz.Ali Efendimizin karşısındakilere Şam’dan gelen Haz.Muaviye de katıldı ve sıffîn Harbi meydana geldi. 

Peygamber’imizin bizzat katıldığı veya başına kumandan ta’yin edip idare ettiği, müşrik’lere  ve Yahûdilere karşı seriyye’ler de dahil olmak üzere, 60’dan fazla harp’te şehid düşenlerin toplam sayısı, 250 Sahâbî’dir. Fitne’nin büyüklüğüne bakınız ki, sadece Cemel ve Sıffîn vak’a’larında bin on üç kişi şehid düşmüştür. 

Bu fitne’nin zuhurunda taraflardan hiçbir kimse karşı taraftan hiçbir kimseyi itham etmemiştir, ta’n etmemiştir. 

Ehl-i Sünnet uleması ittifakla ve Tarîkati Nakşibendiyye’nin Saâdâtı, Ashab-ı Güzîn arasında cereyan eden bu hâdisâtta taraflardan hiçbirisini haklı-haksız, diye ayırd etmemiştir. 

“Nizâ konusu, içtihâdî bir mes’ele’dir. İçtihâdî mes’ele’lerde, isabet edenler, iki ecir veya en az on ecir kazanır, isâbet edemeyenler de bir ecir kazanırlar. Taraflardan hiçbirisi zemmedilmezler, takbîh edilmezler, ta’n edilmezler ve hiçbir şeyle itham olunmazlar. Hem sonra, fitne zuhurunda, haklı-haksız aranmaz. Akıl sahibi herkes, haklı-haksız aramak yerine, bir an evvel fitne ateşinin söndürülmesi için gayret sarf ederler. 

Ashâb-ı Güzîn, Peygamber’lerden sonra bu ümmetin en faziletli’leridirler. Tâbiîn ve teba-i Tâbiîn olanların dereceleri ne mertebede olursa olsun, onların en aşağıdaki mertebede olanların mertebesine ulaşamaz. Kibar-ı Evliya’dan Abdullah İbn-i Mübârek’e sordular: 

- Efendimiz, Hazreti Muâviye radiya’llâhu anh mi, yoksa Ömer bin Abdülazîz mi? (Ömer bin Abdülaziz Emevî hükümdarlarından olup Tâbiîn ve teba-i Tâbiîn’in en faziletlilerindendir.) 

Abdullah İbn-i Mübârek:   

- Resûlullah ile beraber çıktığı harb’lerden birisinde, Haz.Muâviye’nin atının burnuna giren tozlar, Ömer bin Abdülaziz’den daha hayırlıdır,” buyurmuştur. 

Peygamber’lerden sonra Ümmet-i Muhammed’in en hayırlı’larının asrında, aralarında, İslâm Tarihinin en büyük ve en şiddetli fitnesi zuhur edecek ve siz, “İmam-ı Rabbânî Evladı’nın hiçbirisinin kalbinde fitne yoktur ve bizim aramızda fitne zuhur etmez diyeceksiniz? Sahi sizin sağlığınız yerinde mi kuzum? 

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Efendi Hazretleri (k.s.) tasarruf-u Sûrî ve tasarruf-u Zâhirî’de bulundukları müddetçe, İmam-ı Rabbânî Evlâdı arasında, aslâ fitne zuhur etmedi. Kendileri Tasarruf-u Ma’nevî, tasarruf-u Hakîkî ve bâtınî’ye geçmelerinden sonra, Zâhirî idareci döneminde küçük bir fitne 1960’lı yılların ortalarından zuhur etmişse de, bu fitne bir-iki savrulma ile geçiştirilmiş savulmuştur. 

1970’li yılların ortalarında zuhur eden büyük fitne, büyük tahribata, pek çok savrulmalara yol açmıştır. 

Sahibi olduğumuz, günlük, Bâbıâlîde Sabah ve haftalık UFUK Siyâsî gazete sâyesinde, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1680 hükûmet darbeleri sırasında, Câmia’mız, çok büyük sıkıntıları çok az bir tahribatla geçiştirmiştir. Devrin Büyüğü, Merhûm Beyağabeyimiz, gazete’lerimizin daha da mü’essir hâle gelmesi için, Yurdumuzun bütün bölgelerinde daha çok satılmasını, daha çok yaygınlaştırılmasını istiyordu. Günübirlik bölge bölge, il il, ilçe ilçe, nereye ne kadar gazete sevk ediliyor, ne kadarı satılıyor, ne kadarı iade ediliyor, kendilerine arz ediyorduk. Ba’zı bölge ve iller’de iade nisbeti neredeyse sıfır iken, diğer ba’zı bölge ve iller’de bu nisbet %90’lara ulaşıyordu. 

Bir şeyler iyi gitmiyordu. Devrin Büyüğü, gazete’lerin ehemmiyyetini ifade zımnında, “en baştaki birinci vazifeniz elbette tedrisat, irşâd ve ihda hizmetleridir. İkinci vazife’niz, hattâ, bir ile iki arasında bir mertebe basamağı olsaydı, o mertebeyi söylerdim, gazete hizmetleridir,” buyurduğu halde, Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ illeri, Trakya bölgesi, İzmir, Aydın, Manisa, Denizli ve Muğla illeri, Ege Bölgesinin bir bölümü İstanbul, Kocaeli, Sakarya ve Bolu illerindeki, bölge idarecilerinin bu uyarı ve ikazları dikkate almadıkları anlaşılıyordu. 

1975 yılının az aylarında, bir Pazar günü, devrin Büyüğünü ziyâret için Kısıklı’ya çıkmıştım. Ziyârethâne’nin geniş bahçesi içindeki asırlık ıhlamur ağacının altındaki Kameriyye’de, Ma’rûzatımı arz ettim, emirlerini aldım, gazeteye gitmek üzere tam ayrılırken, “Mustafa! Harun’u çağır, buraya gelsin, sen de biraz bekle!” buyurdular. Ziyârethane yeniden inşâ edilmek üzere yıkılmıştı, yeniden inşâ ediliyordu. Pazar günüydü, Hoca’lar ve talebe inşaatta çalışıyordular. Hafız Hüseyin, Hüseyin Kaplan Ağabey, Beypazarlı, Terzi Ali, Ali Bey, Ali Erol Ağabey, Harun Reşid Tüylüoğlu, Hoca’larımız, talebe ile birlikte, kazma sallıyor, kürekle teskerelere moloz dolduruyor, ikişer ikişer teskere taşıyordular. Harun Ağabey’e, “Ağabey, Beyağabeyimiz, sizi emrediyorlar,” dedim. Beraberce Kameriyye’ye, Ağabey’in huzuruna çıktık. 

Beyağabey: 

- Bak Harun! İçinizdeki kini, hıkd-ü Hasedi (pardon, Kalbinizdeki) on Parmağınızla söküp atın! Hüseyin’e de söyle! Abdullah’a da!.. Bu gazete’ler, Mustafa Akkoca’nın, Mehmed Arıkan’ın değil, da’vâ’mızın, Câima’mızın’dır. Onları bugün için, gazeteler’de ben vazifelendirdim. Belki yarın bir başka yerde vazifelendiririm, bir başkalarını gazete’de... 

Maksadım, yakınlarını incitmek, âhirete intikâl edenlerin ruhunu ta’zip değildir. Mâvaka’yı tespittir.  

Yine aynı dönem’de, Ankara, Kırıkkale, Nevşehir ve Kayseri illerinden mes’ûl, bölge idarecisi olan zât, ihvanı toplantıya çağırır, ihvân ve talebe’nin huzuruna bir elinde, Bizim, Da’vâmızın, gazetesi, Bâbıâlîde Sabah Gazetesi, diğer elinde Cumhuriyet Gazetesi, İhvanımıza, “Sizlere tavsiyem, bundan böyle, Cumhuriyet Gazetesini okuyun, ama, aslâ, Sabah Gazete’sini okumayın!,” diyor. 

O tarihler’de, Kırıkkale henüz vilâyet olmamıştı. Ankara’ya bağlı bir İlçe Merkeziydi. Günümüze nisbetle nüfusu da daha azdı. Kırıkkale’de, Sabah Gazetesi, günlük 500 adet iadesiz satılıyordu. Hafızam beni yanıltmıyorsa Kırıkkale Büro Şefi, Nasuh Kalkan Beyefendi idi. Bu fedakârâne hizmetlerinden dolayı kendisine minnet ve şükranlarımı sunar, sağlıklı uzun ömürler niyaz ederim. 

Ferda, ferda, bir Câmia’nın ferd’lerinin kalp’lerinde fitne yoksa bile, o topluluk ve o Câmia arasında fitne zuhur eder, zâlimleri de, ma’sumları da fitne ateşi yakar. Allah, Câmiamızı, ferd’lerini, cümlemizi fitne, fesad, hıdk-ü hased’den muhafaza buyursun! Amin, Amîn, Âmiiiiin!!!