Değer’li Kardeşim, Ahmed. 

Benim yazdıklarım mâvaka’yı tespitten ibarettir, aslâ, edebe (edeb’ten sonra ayrıca, Adâb, ne demekse) adaba aykırı, tek bir kelime dahî yoktur. Hakâret, edeb’e aykırı cümleler kullanmak, fikri olmayanların, ifade kabiliyyeti olmayanların işidir. Benim tespitlerimin aksine, söylemek istediğiniz, söyleyeceğiniz, sizin bir tespitiniz varsa açıkça söyleyiniz, yazınız. Bu hususta benim bir hatam olmuşsa hiç çekinmeden beyan eder, hata’dan dönerim. Sanıyorum siz de, i’tiraz etmiş olmak için yorum yapmışsınız. Yoksa söyleyeceğiniz herhangi bir şeyiniz yok. 

Bir başkalarının yorumları üzerine, bundan önceki, “Yorumcu’lara Cevaplar ve Mutala’lar,” serisinin (3/4)’de çok geniş bir şekilde bu husus’ta izahat verdim. Okumuş olmalısınız. Okumadıysanız, tekrar bir gözden geçirmenizi tavsiye ederim. Bundan böyle, tartıştığımız mes’ele’nin hassasiyetine uygun olarak, lüzumsuz tartışmalara girmeyeceğim. Yalnız, unutulmasın ki, “Şeyh Uçmaz onu, mürid’leri uçururlar”, “Yolumuzda, Teselsül ve Nisbet-i Sahîha esastır. “Olaçıkagelenlere,” Nevzuhur velî(!)’lere, Pîranımız ve Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’leri izin vermez. Yok edepmiş, Adap’mış, zemmetmekmiş, altını oymakmış, dilinizin altındaki baklayı çıkarın da, bilmediğimiz bir şey varsa biz de öğrenelim. 

Hem sonra siz kim oluyorsunuz da, elinizde hangi endaze ile kimin irtibatının zayıf, kimin irtibatının kuvvetli olduğunu ölçüyor ve ilân etme yetkisini kendinizde buluyorsunuz. 

İlmiyle, ahlakıyla, yetenek ve meziyetleriyle, bir yerlere gelemeyen, ulaşamayanlar, birilerinin omuzlarına basarak bir yerlere yükselmeye çalışırlar. Fakat bu beyhûde bir gayrettir. Sonra bunlar, “Esfel-ü Sâfilînin, dibi görünmez derekelerine düşerler ki, Arş-u Âlâ’dan düşenin belki parçası bulunur, fakat bunların parçalanır bulunmaz. 

“İçimizdeki bir takım sefih’lerin (beyinsizlerin) işlediklerinden dolayı, hepimizi helâk edecek misin?” (A’raf 7/155)... 

Pek Değer’li, Osmanlı Remzini kullanan Kardeşimiz: 

Çok doğru söylüyorsunuz. “Haber Kutsal Yorum Hürdür,” denilmiştir. Bir haber veriyorsanız, haber fotoğraf gibidir. Eğmeden bükmeden olduğu gibi verirsiniz. Yorum demek, birilerine hakâret etme, iftirada bulunma hakkını size vermez. 

Sevgili Ubeydullah Ağdacıoğlu Kardeşim. 

İmam-ı Rabbânî Evladı’nın feyiz aldığı nurlandığı bütün müesseseler, müstesnâ ve mümtaz mekanlardır. Bizim için, İzmir Balçova da, öyle  bir yerdi. Orada kaldığımız müddet zarfında, “Yâdı Cihâne Değer,” Hatıratımız olmuştur. Hangi dönemde kaldığınızı yazarsanız sevinirim. Benim orada bulunduğum kısa dönem’de kalmışsınız da, ben hatırlayamamışsam, lütfen artık yaşlılığıma veriniz. Size ve bütün kardeşlerime sağlık ve afiyet içerisinde uzun ömürler niyaz ederim. 

Değer’li Kardeşim Osman Pamıklı, (Osman Pamuklu da olabilir. Zirâ bilgisayar klavye’lerindeki harf azlığı, noktalı-noktasız harflerin bulunmayışı bu kabil hataları beraberinde getiriyor.) Teveccühünüze, iyi dilek ve temennilerinize ve du’â’larınıza teşekkür eder, bu zemine katkı vermeye devam buyurmanızı hassetin rica ederim. 

Pek Muhterem Kardeşim Veli Erdem Beyefendi:

Ba’zı olaylar vardır; kabullenilmesi, benimsenmesi zordur. Ancak, hayretler içerisinde kalırsınız, söyleyecek çok şeyiniz vardır. Fakat, “Boğaz-gırtlak dokuz boğumdur,” denilmiştir. Konuşamaz, ya sükût edersiniz, ya da illâki bir ma’zeret uydurma çabası değil, ama, mümkün olduğunca, hayra yorarsınız. Hüsn-ü Zan ile karşılarsınız. Filhakîka, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Zigatvar’da vefatı, belli bir müddet, ahâli’den, Yeniçeri’lerden gizlenmiştir. “Belli şartlar oluşuncaya kadar, fitne çıkmasın, Saltanat kavgasına sebebiyet verilmesin,” diye... Fakat tarihimizde cemaatin bir bölümünden cenaze kaçırıldığı vâkî değildir. Uzak diyar’lardan, sırf cenaze namazını kılabilmek ve yakınlarına ta’ziye’lerini sunabilmek için gelenler de dahil, Cami’in içinde namaz vaktini, namazı ta’kiben kılınacak cenazeyi beklerken, Kur’ân-ı Kerim hatmi yapan, Yâsîn okuyan insanlara haber dahî verilmeden, namaz vaktinde, başka semt’lerden gelecek olanlar beklenilmeden, orada hazır bulunanların iştirakiyle, alelacele, cenaze namazını kıldırıp, apar-topar defin için cenazeyi uzaklaştırma emrini verenler, uygulayanlar, kıldıranlar dahi hiçbir sebeple bunu izah edemezler. “Cenaze bizim, istediğimiz saatte namazını kılar kıldırır, istediğimiz zaman defnederiz,” denilirse de bize düşen sükût, sükût, sükûuut! 

Değer’li Kardeşim, Raşid Çoban Beyefendi: 

Veli Erdem’in yorumu karşısında en azından sükûtu tercih etmeniz gerekirken, çok yakışıksız bir ima ile iğnelemeye çalışmanız, inciticidir. “İncinsen de inciltme! Biz bu dünya’ya gönüller yapmaya geldik...” 

Pek Muhterem, Azîz Kardeşim, Halil Arık Beyefendi. 

“Min’el-Kalbi İle’l-Kalbi Sebîl,” Kalp’ten kalbe muhabbet hattı, fiber hat ve 4,5G’den daha kavî, daha serî ve inkikatsızdır. İltifatınıza ve hakkımızdaki Hüsn-ü Zannı’nıza, teveccühünüze lâyık olmaya çalışıyoruz. “Tarihi “tekerrür,” Beytini, Merhûm, Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’ın, HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ, adlı tefsirinden, 4. Cilt, 2264. Sahife’den aynen aldım. Burada bir kez daha tekrarlayayım: 

“Geçmişden adam, ibret alırmış ne masal şey!... 

Beş bin senelik kıssa yarım hıssamı verdi; 

Tarihi tekerrür diye ta’rif ediyorlar. 

Hiç ibret alınsaydı tekerrürmü ederdi? 

İnşâ Allah! Bu sefer herhangi bir tashîh kazasına ma’ruz kalmaz. Zirâ, en çok sakınılan göze budak batarmış... 

Yalnız, Zât-ıâlinizin gönderdiği beyitte, “Beş bin senelik kıssa, yarım hissemi verdi? “hissemi,” cümlesinin ikinci ve yedinci harfi, (İ), Elmalı’lı, Merhûm’un tesirinde, (I)’dır. Telaffuz farkı olmalıdır. Diğer ba’zı Yorumcu’larımız “bu zemin’de, Yorumlarımızı sâniyeler içinde çok kısa bir müddette yapmak zorundayız. Harf ve noktalama eksiklikleri, imlâ hataları olmaktadır, diye şikâyette bulunuyorlar. Mühim olan, meramın anlatılabilmiş olmasıdır. Bizim derdimiz, Hüsn-ü Hat ve imlâ hatalarından muarrâ kompozisyon değildir. Değer’li Kardeşim, İstanbul’u, teşrifinizde lütfeder, bendenizi haberdâr ederseniz, sizin gibi ilim, irfan sahibi bir Kardeşimle, ru be rû, veçhen an vech’in görüşebilmek benim için şereftir.

Pek Muhterem, Azîz, Ertuğrul Bektaş Beyefendi: 

Ordu Mensuplarımız, muvazzaf subay ve Ast. subaylarımız, Tek Parti Mütegallibe, C.H.P. ve aslı, İttihad ve Terakkî’den beridir, “Halâskâr Zâbitân,” ve “Kemalizm” zihniyyeti üzerine yetiştirilmektedir. Siviller, sivil idareler, zaman zaman, Kemalizm’den saparlar ve Memleketi uçurumun kenarına getirirler. Sivil idareler ve onlara rey verenler, vatan hainidirler. Halk sürüdür, onların reylerinin de, seçtiklerinin de herhangi bir Kıymet-i Harbiyyesi yoktur. Onun için, Vatanperver, Kemalist ve Halaskâr subaylar, uçurumun kenarına kadar gelmiş vatanı ve milleti kurtarmak için her on senede bir, gerekirse daha sık aralıklarla, idareye müdahale ederler. Türk Ordusu’nun, Ordu Millet, Türk Milleti’nin bağrından çıktığı ve Milletin ordusu olduğu iddia olunur, fakat her bir darbe sonrası, Millet’ten, Millî ve Ma’nevî değerlerden uzaklaşılır. Ordu ile Millet arasına tel örgüler, aşılmaz mânia’lar konulur. En yakîn arkadaşlarının, Komuta hey’etinde omuz omuza mücadele verdiği arkadaşı vefat ettiğinde, Genelkurmay Başkanları ve diğer Kuvvet Komutanları, merasime iştirak ettikleri halde, arkadaşlarının cenaze namazını kılmazdılar-kılamazdılar. Bir hanımefendi, eğer, başı örtülü ise, oğlunun, Orduevinde yapılan düğününe alınmazdı. Yemin Merasimi için uzak şehirlerden gelen, anne, eş, abla, kız kardeş, eğer başörtülü iseler, kışlalara alınmazdılar. 

Çok şükür, bütün bu uygulamalar çok acı birer hatıra olarak bizlerde kalacak ama artık tarihin derinliklerine gömülmüştür. 

Artık, bırakınız, Komuta Hey’etinde bulunan arkadaşını, yurdun neresinde olursa olsun, bir askerimiz şehid düşmüşse, eğer vazifeleri elveriyorsa, mutlaka, şehidlerin cenazelerine, yanında komuta hey’etinin bütün ferdleriyle birlikte katılan bir Genelkurmay Başkanımız var. Cenazeye katılmakla da kalmıyor, evlerini ziyaret ediyor, ta’ziye çadırlarında Kur’ân Hatimlerine katılıyor, kendisi de okuyor, du’â ediyor. Eski Türkiye’de Genelkurmay Başkanları, Komuta Hey’etinde bulunanlar ve üst rütbeli generaller, “irtica olur,” diye Allah’ın ismini anmazlar, bir şeyler söylemek zorunda kaldıklarında ise “Tanrı,” derdiler. Genel Kurmay Başkanımız, konuşmalarında sık sık, “Allah Razî olsun, sağolun” demektedir. 

Eski Türkiye’de, rütbeli’lerin dışında kalan askerlere hiç değer verilmez. Bir eşya veya bir hayvan muamelesi görürdüler. Teröristlerle herhangi bir yerde müsâdeme vuku bulmuşsa bildiri de, “Şurada ve şu tarih’te teröristlerle çatışma çıkmış, herhangi bir zâyiatımız yoktur, veya iki er telef olmuştur,” denilirdi. 

Şimdilerde bildiriler, “Vatan hâini teröristlerle, şurada, çatışma çıkmıştır. Bir Silah Arkadaşımız Şehid olmuştur,” tarzında verilmektedir. 

Eski Türkiye’de, bir Cumhurbaşkanı, seçildiği gün, makamına otururken, gizlice, Besmele çektiği için, manşetlerde, “Atatürk’ün koltuğuna Besmele çekerek oturdu,” diye hakâretlere ma’ruz kalırken, Yeni Türkiye’de, Cumhurbaşkanı, Şehid’lerin cenazelerine katılıyor, tabutlarına omuz veriyor, kabri başında okuyanlardan biri oluyor, Yâsin-i Şerif’i veya başka bir sûreyi okuyor. Şehid’lerin ailelerine bizzat giderek evlerinde ta’ziyelerini sunuyor, orada Kur’ân okuyor, dua ediyor ve devrimbazlar da dâhil, hiç kimse tek laf edemiyor. 

Elbette, bu baş döndürücü, inanılmaz değişim, zannedildiği gibi tarihin seyri içinde kendiliğinden olmuştur. “Yiğidi Öldürün, fakat hakkını teslim edin! Bu büyük değişimi gerçekleştirenlerin, Cumhurbaşkanı ve onun mücadele arkadaşları olduğunu kimse inkâr edemez. 15 Temmuz 2016, En Uzun ve En Karanlık Gece’nin Şafağında! Bundan sonra hiçbir şey artık, eskisi gibi olmayacaktır,” dediğimiz işte budur...