Değer’li Ali Çayıroğlu Beyefendi. 

Hatipzâde remzini kullanarak sözde yorum yapan, müfterî’ye pas atarak, benim yazdıklarımın çoğunun, kendi zu’umlarım olduğunu yumurtlamışsınız. Ben birilerinin kiralık kalemi değilim. Aklını kiraya vermiş, birilerine yaranmak için, goygoyluk yapanlardan da değilim. Yazdıklarım, inandıklarım, doğru bildiklerimdir. 

1968 yılından beridir, Bâbıâlîde Sabah, haftalık, UFUK Siyâsî Gazete ve hâlen, yazmakta olduğum Önce Vatan ve diğer ba’zı gazete’ler’de yazdım. Bu yazılar arasında, Şer’i Şerife, Kur’ân-ı Kerim’e, Sahih Sünnete (Hadis-i Şerif’lere), Hazreti Peygamber’in ve Ashabı’nın Yolu demek olan, ehl-i Sünnet akîde’sine, Sırr-ı Hafî - Zikr-i Hafî Yolu olan Tarîkat-i Nakşibendiyye’ye, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’lerinin Kolu olan, Müceddidiyye Kolu’na aykırı tek bir satır gösteremezsiniz. Gösterirseniz büyük bir iddia ile söylüyorum, yazı yazmayı bırakırım. 

Ama, siz, ben’den bir takım hurâfe’leri ve maalesef, bugün, sünnetlerin yerine ikâme edilmeye çalışılan bid’atları terviç etmemi bekliyorsanız, asla bunu yapmam, yapılmasına da izin vermem. 

Şimdi anlıyorum ki, Merhûmlar, Büyüğümüz, (size inad), Cennetmekân, Kemal Kacar Ağabeyimizle, Hafız Hüseyin Kaplan Ağabey arasındaki ihtilâfın derinleşmesinde, sizin gibi laf götürüp-getirenlerin, goygoycuların büyük payları vardır. 

35 yıl en yakınında bulunanlardan birisi olarak kesin olarak ifade ediyorum. Merhûm Büyüğümüz, Kemal Kacar Ağabeyimiz, hiçbir zaman, hiçbir yerde, “Ben gaybı bilirim, ben gaybe muttalî’yim,” dememiştir. Akl-ı Selîm, basiret, idrâk ve dirâyet sahibiydi. İyi haber alırdı, çapraz sorgulama sistemiyle kimlerin doğruyu söylemediğini hemen idrâk ederdi. 

Yurt çapında Yurt-kurs bina’larının, Tedrisat Sisteminde, bilhassa, Tekâmül Kurs’larındaki ders seviyeleriyle, talebe’nin başarısıyla yakinen alakadar olurdu. Bina inşaatının hangi merhalede olduğunu, o anda Tekâmül Kurs’larında hangi kitapların ve derslerin okutulduğunu, yakinen günü, gününe ta’kip ederdi. Çoklu haber kaynaklarından da haberdardı. Bilhassa, bölge idarecileri geldiğinde, bölgelerindeki inşaat’ın ne durumda olduklarını, şu anda hangi kitapların ve ders’lerin okunduğunu bütün detaylarıyla sorardı. İdareciler, henüz tuğlaları örülmüş ve böyle olduğu Ağabey tarafından yakînen bilinen bir inşaat için, “Efendim, dış sıva bitti, çerçeveler takıldı, iç sıva ve iç döşemeye geldik,” gibi hilâf-ı Hakîkat beyanda bulunduklarında, onlara, “niçin doğruyu söylemiyorsunuz? Tuğlalar yeni örüldü, henüz sıva yapılmadı, çerçeveler takılmadı,” Ben, bunları, avucumun içindeki çizgiler gibi net olarak bildiğim halde, siz doğruyu niçin söylemiyorsunuz? dediğinde, kendisi onlara, hep “Tevâkuşlar,” derdi. Tevâkuşlar hemen, “Ağabeyimiz, kerâmet gösterdi, gaybı bildi,” gibi saçmaca konuşuyorlardı. Hilâf-ı Hakîkat beyanda bulunanlara sorduğumda, “Niçin doğruyu söylemiyorsunuz?” dediğimde. “Doğruyu söylersek Ağabeyimiz, çok üzülüyor, onu üzmemek için te’vil cihetine gidiyoruz,” diye cevaplandırmışlardı. 

Değer’li Kardeşim. Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretlerinin kapısında kapılanı, nisbetlisi, talebe’lerinden, talebe’sinin talebesinden biri olmayı, Rabbi’min lütfu, bu âlem’deki en büyük şansım olarak kabul ettiğim, Haz.Üstazımızın sıfat ve unvanlarını sık sık yazdığım, tekrarladığım için, hâşâ! Ve Neuz-ü Bi’llâh! Ben şirke nisbet etmişsiniz. Yine bendenizi, kaynağı tamamen kurumuş, aslında, hiçbir kaynağı olmayan, yağmur’lardan sonra biriken sel sularının bile hiç uğramadığı, bir yerde, metruk, harâbe bir değirmenin avâre kasnağıyla mukayese etmeye kalkmış, ona teşbih etmeye cür’et etmişsiniz. İlmî seviyenizi bilmiyorum. Ama, bilenler için söyleyim. Teşbih’in doğru olabilmesi için, müşebbeh ile meşebbeh’ün bih arasında bir illiyet bağı ve bir münasebet olmalıdır. Ma’neviyat ve tasavvuf kalpazanı birisiyle, samîmî bir ehl-i Sünnet mensubu ve Zikr-i Hafî yolunun, Tarîkati Nakşibendiyye-i Âliyye’nin, Müceddidiyye Kolu, Kervanı’nın, topal kıtmiri olduğunu iddia eden birisi arasında nasıl bir teşbih bağı kurarsınız? 

Siz, inansanız da, inanmasanız da, kabûl etseniz de, etmeseniz de, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’leri, Zikr-i Hafî Yolu’nun, Sevgili Peygamber’imizden i’tibâren, Hazreti Sıddîk-ı Ekber vasıtasıyla teselsül eden, Silsile-i Zeheb’in 33. Halkası olup, Silsile-i Zeheb ve Silsile-i Saâdât’ın, Sıddık-ı Ekber, Abdü’l-Hâlık Gucdüvhânî, Muhammed Bahaüddin Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî Ahmed-ü Farık es-Sirhindî Kaddese’allâhu Sirrahûm, Hazeratından sonra, 5.Kutbu’l-Aktabı olarak, 13. Ve 14. Hicrî asır’lara sârî, yüz yılın, Mürşidi’dir. Kendisi Kâmil ve mütesiplerini de kemâle erdirdiği için, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmildir. Bir önceki Mürşidi, Salâüddîn İbn-i Mevlânâ Sirâcüddîn Hazret’leri kendisinde olanların tamamını verdiği halde, kendisinde gördüğü ist’idât karşısında, Nisbet-i Ma’neviyye ve Nisbet-i Ruhâniyye ile bir önceki Kutbu’L-Aktâb olan İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî Hazret’lerine nisbet ettiği için, Tarîkati Aliyye-i Nakşibediyye’nin son Müceddidî olması hasabiyle bu asr’ın Müceddidir. Bu devirde her kimin elinde zerre kadar tasavvufî ve ma’nevî emânet bulunuyorsa Asr’ın Müceddid ve Mürşid-i Kâmiline teslim etmek zorunda oldukları için de, Sahibizaman’dır. Süleyman Efendi Hazretleri Tecdit vazifesinde başladığında Sell-i Seyf etmiş ve Tasarrufu ile bunu isbat etmiştir. Ve bütün Ma’neviyat ve tasavvuf (ta’birimi ma’ruz görünüz lütfen), kalpazanlarına meydan okumuş, “Efendiler! Gökte uçan kuşların kanat’larında, denizlerde yüzen balıkların solungaçlarında, zerre kadar emânet varsa bize teslime mecburdurlar,” buyurduğu için de Sahibizamandır’dır.
Pekiyi! Mürşid-i Kâmil bir Zât’a, Mürşid-i Kâmil, Asr’ın Müceddidi olan bir Zât’a, Müceddid, asr’ın Müceddidine Sahib-i Zaman, Müceddid’in asrında, diğer Turuk-u Âliyye’nin mensuplarının gerçekten bir mürşidleri yoksa, Müceddid, onların da şeyhi olduğu için, Medâr Mürşid, demenin şirk’le ne alakası vardır? 

MÜRÎDÎN, remziyle çok kısa bir yorum yapan, aslında yorum da değil, sual soran Kardeşime: 

Siz ve sizin gibi düşünen kardeşlerimizin, İmam-ı Rabbânî Hazret’leri, pek çok mektubunda, Tesbih Namazının büyük kalabalık cemaat halinde kılınması, bütün Hanefî Fukaha’sının ittifakıyla tahrimen mekruhtur. Tahrîmen mekruh olan bir amel’den sevap ve ecir beklemek, Helâlleri Haram, Haramları Helâl, addetmek gibidir,” buyurduğu halde, Mübârek gecelerde ve bilhassa Kadir Gece’lerinde, Cem-i Gafîr olarak kıldığınız-kıldırdığınız tesbih namazları için mesned olarak gösterdiğiniz Fazilte Takvim’in her 16 ve 17 Eylül tarihli, Takvim yapraklarının arkasında, Müceddid hakkında verilen bilgilendirme yazısında, şöyle denilmektedir: 

- “Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Efendi Hazret’leri, 16 Eylül 1959 (13 Rebîulevvel 1379) Çarşamba günü, dâr-ı Bekâ’ya irtihal buyurdular. (Kaddese’allâhu Sırrahûl eaz) Ancak tasarruf ve irşad’ları tamamıyla ve kemâliyle berdevamdır. Cenab-ı Hak sevenlerini ve bütün mü’minleri şefâatlerine nâil kılsın. (Âmin)” 

Neymiş! Mürşid-i Kãmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Sahibizaman, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerinin tasarruf ve irşadları tamamıyla ve kemâliyle devam etmektedir. Öyleyse, İlk Büyüğümüz, Merhûm, Cennetmekân, Beyağabeyimiz, Kemal Kacar Ağabeyimiz de, bir sonraki Büyüğümüz, Cennetmekân, Ahmed Arif Denizolgun Beyağabeyimiz de, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid değillerdi. Aramızdan birileri, müsâvîler arasında bir adım öne çıkanlardı. Zâten, her ikisi de, böyle bir iddia’da bulunmadılar. Aksine, aslında, bizim sizlerden farkımız hasbelkader, ba’zılarınızdan önce Mürşidi ve Müceddidi bulmam ve yine hasbelkader akrabâ olma şerefine nâil olmamdır, olmamızdır, buyururdular. 

Hal-i Hazır Büyüğümüz de, aynen onlar gibi, Müceddid ve Mürşid’in şerefli mensup olma şerefiyle müşerreftir. Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’in, iki kızından birisi, Merhûme, Hâce, Feriha Ferhan Denizolgun’un, kızı, Seyyide, Gülderen Kuriş’in oğludur. Genç olmasına rağmen, Dayısı, Büyüğümüz, Ahmed Arif Denizolgun Merhum’un yanında, her bakımdan tecrübe kazanmış, kemâle ermiştir. Müsâvî’ler arasından bir adım öne çıkması, Şerefli Âileye mensubiyyeti ve kendisinin üstün meziyetleri, basiretli ve dirâyetli olması sebebiyledir. 

“Muhtar mı seçiliyor?” diyerek hatırlattınız. Sandıksal demokrasi icad edilmeden önce, Anadolu’da “Dikilmek,” bir-kaç ma’na’da kullanılan çok güzel bir kelimeydi. Haksızlığa ve adaletsizliğe karşı gelenler için. “Zâlimlerin karşısına dikildi,” denilirdi. Bir de belli müddet’lerde Cum’a günü Cum’a çıkışı, köy Cami’i’nin önünde veya köy odalarında birisi kalkar, “Ağa’lar, uygun görürseniz, ben muhtarınız olmak istiyorum,” Köy halkı da uygun görürse, muhtar olurdu. Buna da falanca muhtar dikildi, denilirdi. 

Bu kabil makamlara seçimle gelinmez. Seçim denildiğinde, kabûl edenler ve reddedenler olarak, iki şıklı bir tercih imkânı sunulur. Seçim neticesinde çok küçük nisbetlerde bile olsa, red tercihini kullananlar olursa, fitneye sebep olur. 

Oysa, “Ekser için Hükm-ü Kül vardır.” Müsâvîler arasında bir adım öne çıkan birisi, ekseriyyet tarafından uygun bulunmuş ise, artık diğerlerinin i’tiraz hakkı kalmaz. İtaat etmeye mecburdurlar. Ekall-i Kalîl de olsa i’tiraza yeltenirse bu hareket kendisi için, Cemaat-i Kübrâ’dan kopuş demektir. Şimdi anladınız mı Müsâvî’ler arasında birisinin bir adım öne çıkması ve dikilmesi ne demekmiş?!.. 

Aziz Kardeşlerim, 

Yarın (17.01.2017 Salı günü) ciddi bir ameliyata gireceğim dualarınız Piran’ın, Hz.Üstadımızın himmetleriyle kolay geçmesini ümid ederim. Haklarınızı helal ediniz. Ben bütün kardeşlerime haklarımı helal ettim. M. Akkoca