Değer’li Ali Benli Beyefendi. 

“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkarlar.” (Yâsîn 36/59) 

Kendinizi Allahu Zülcelâl’in bu emrinin uygulayıcısı zebânî’ler yerine koymuşsun, biz günahkârları bir yerde topluyorsun, hasrediyorsun! Doğrudur, bizler mücrimler-günahkârlarız. İnşâ Allah! bütün Usat-u Mü’minîn ile birlikte siz de dahil, Rabbimizin rahmeti, Sevgili Peygamberimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin Şefât-i Uzması, Pîranımızın ve Hazret-i Üstazımızın himmeti ve şefaatleriyle, kendilerine şefaat izni verilerin de şefaatleriyle, Livâu’L-hamd’in gölgesinde haşrolunuruz. 

“Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu, Peygamber’ler, sıddîk’ler, şehid’ler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır.” “Bu lütuf Allah’tandır. Bilen olarak Allah kâfidir.” (Nisâ 4/69, 70) 

Belli ki, “Yaradan ötürü Yaradılanı sevmiyorsunuz.” Kalbinizde zerre kadar merhamet-rahmet hissi kalmamış, olabilir. Bir gün Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebeviyye’de Resûlullah Salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin yanına, bâdiye’den bir â’rabî gelmişti. O sırada, Peygamber’imizin torunları, hadika’ları Hasan’eyn Efendilerimiz yanında bulunuyordular. Peygamber’imiz onları okşuyor, öpüyor, kokluyor, gönüllerini hoş ediyordu. 

Â’rabî, “Ey Allah’ın Resûlü: 

- “Benim 10 çocuğum var, şimdiye kadar hiçbirisini ne okşadım, ne sevdim, ve ne de öptüm,” dedi. 

Bunun üzerine, Sevgili Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bu â’rabî’ye: “Allah senin kalbinden-gönlünden şefkat ve merhameti almışsa, ben ne yapabilirim ki,” buyurmuştu. 

Pek Değer’li Kardeşimiz, R.İlker Çiprut Beyefendi. 

Ben de, zâten, günümüz’de, helâl rızık kazanabilmek için muhtelif zorluklara karşılaşan genç’lere örnek teşkil etsin, diye Hüseyin Uludağ’ın kısa hayat hikâyesini anlattım. Hüseyin Uludağ, kendisini emekliye ayırdı. Kâh Antalya’da, kâh, Alanya Payallar’da, kâh, Yayla’da huzurlu bir hayat sürdürmektedir. Rabbim’den Refika-i Muhtereme’leri, Hadice Abla’ya acil şifalar, Hüseyin Uludağ Ağabeye de, sıhhat ve afiyet içerisinde uzun ömürler niyaz ederim... 

Değer’li Kardeşimiz Ertuğrul Bektaş Beyefendi: 

Resûl-ü Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Mu’cize olarak haber vermiştir ki: 

- “Ümmet’imin âhiri, evveline, la’net edecektir. “Her halde Ümmetin evveline la’net edecek olan bu Ümmet’in âhiri, kıyâmet alâmet’lerinden olan, âhirzaman’da gelen-gelecek olan ümmet ferd’leri olmalıdır. 

Abdullah İbn-i Mübârek’e, “Efendimiz, bizlere Ashab-ı Kiram’ın hayatlarını, ahvâlini biraz anlatır mısınız? Bizler de onları örnek alalım, kendimize istikâmet çizelim,” dediler. 

Abdullah İbn-i Mübârek, “Ben onları size nasıl anlatayım? Siz, onları görseydiniz, onlara, “bunlar, delidirler, çıldırmış olmalılar,” derdiniz. Onlar sizleri görseydiler, “Sizin için, “Bunlar herhalde Şeytanların, İblis’in askerleridir,” derlerdi buyurmuştur. 

Şimdi ben, bu Câmia’nın, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın, evvelleri hakkında ba’zı sahneler arzedeceğim. 

Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretlerinin Tasarruf-u Hakîkî ve Bâtınî’ye geçişinden sonra, Merhûm, Büyüğümüz, Cennetmekân Kemal Kacar Beyağabeyimizin zâhirî idaresinde İstanbul’dayız. Hafız Hüseyin, Hüseyin Kaplan Ağabey, Bakırköyü vâizi. Fakat, Bakırköyü müftüsü, Mustafa Özaltın Hocamız olduğu için idare ediyor, Hüseyin Ağabey İstanbul Merkezindeki cami’lerde va’az ediyor. Mehmed Arıkan Hoca’mız, Fatih Merkez Vâizi, Cum’a günleri Sümbülefendi Cami’nde, Pazar günleri ikindiden sonra, Fatih Cami’i’nde. Seyfeddin Alkan Hocamız, İstanbul Merkez Vâizi, Cum’a günleri Şişli-Teşvikiye Câmi’i’nde va’az ediyor. 

Ramazan Ayı geldiğinde, İstanbul Müftülüğü tarafından suriçi Salâtîn Cami’ler için bir program hazırlanıyor, hoca’larımz, öğle’den önce veya sonra, ikindiden önce veya sonra, Terâvih’ten önce olmak üzere, günde üç vakit bu cami’i’lerde dönüşümlü olarak va’az ediyorlardı. Dönüşümlü olarak haftanın bir günü, Sakarya’nın Merkez İlçesi Adapazarı’na gidiyorduk. Öğleden önce veya sonra, Hereke Cami’i’nde, - Hereke’de, Sümerbank’ın Halı Fabrikası vardı. Bu fabrika’da çalışan binlerce işçimiz fabrika yakınındaki büyük Cami’i dolduruyorlardı. İkindi’den önce veya sonra, İzmit, Fevziye Cami’i’nde va’az ediyor, iftarı Adapazarı’nda, Merhûm Hacı Ramo ve beraberindekilerle yapıyor, Terâvih’ten önce, Adapazarı Tozlu Cami’i’nde veya Orhanlı Cami’i’nde va’az edip Terâvihten sonra İstanbul’a dönüyorduk. Hiç birimizin husûsî vasıtamız olmadığı gibi, bizi götürüp-getirecek başkaca bir vasıta da yoktu. İstanbul’dan-Ankara’ya veya Anadolu’nun başka illerine, Ankara’dan-İstanbul’a veya Anadolu’nun illerinden İstanbul’a giden yolcu otobüsleriyle gidip-geliyorduk. Ramazan ayı boyunca kurs’lar ta’til edildiği için, Ramazan ayında, Sirkeci’deki, Osmanlı Müderrislerinden, Ali Sünbül Efendi Ailesine aid Musulpalas Oteli’nde kalıyor, Konyalı Lokantasında iftar ve sahur yemeklerini yiyorduk. O yıllarda, aramızda bir tek Hafız Hüseyin, Hüseyin Kaplan Ağabey evliydi. Ramazan ayı müddetince o da evine gitmiyor, bizimle birlikte otel’de kalıyordu. 

Pîran’ın, Haz.Üstazımızın himmetiyle, vaiz’lik-müftülük imtihanını kazandığımda, 16 yaşındaydım. Konyalı, Merhûm Mustafa Doğanbey Amcamızın bizzat, benimle birlikte, şiddetli bir yağmurlu günde, Çakmacılar Yokuşunu tırmanarak, Süleymaniye’deki İstanbul Müftülüğünde, devrin İstanbul Müftüsü, İbrahim Edhem Elmalı’ya ricası üzerine, Elmalı’nın, kat’î ta’limatına rağmen, müsevvid’ler, -şimdiki karşılığı, müftü yardımcıları,- Fikri-Şükrü ikilisi, Bendenizi, Suriçi Salâtîn Cami’leri programına dahil etmediler. Bakırköyü, Üsküdar, Şişli ve Zeytinburnu cami’i’lerinde va’az ettim. Burada, Ramazan aylarında Sakarya-Adapazarı’nda va’az ettiğimiz yıllarda, devrin Sakarya Müftüsü olan, 1954 yılında, Tekâmül’de, Hazret-i Üstazımızın Rahle-i Tedrisinde bulunan Şahabeddin Demirel Hocamızı da şükranla yâd edelim. 

Aynı yıllardayız. Hafız Hüseyin, Hüseyin Kaplan Ağabey, Kasımpaşa, Büyükpiyâle Kur’ân Kursu’nda tekâmül okutuyor. Bendeniz, Çatalca’da, Merhûm, Lütfi Davran Ağabey’in yanında tekâmül okutuyorum. Seyfeddin Alkan Ağabey, Zeytinburnu Taş Cami Kursu’nun başında, Mehmed Arıkan Hocamız da Ümraniye Kursumuzun başında bulunuyordu. 

Çatalca Kursumuzdaki benim kaldığım, benden önce Seyfeddin Alkan Hocamızın kaldığı oda, çok küçüktü. Metrekare olarak, belki tek kişilik bir mezar sahası kadar, Tasavvuf ehli’n’den çileye çekilenlerin, çilehâne’lerdeki hücreler gibi.. Yatmak istediğimde, boyum kısa olmasına rağmen, ayaklarımı dizlerimden kıvırmak mecburiyetindeydim. Talebe Kardeşlerimiz çok rahat demir ranza’larda yatıyorlardı. Bendeniz de onlarla birlikte ranzalarda-yatakhâne’de yatmak isterdim. Fakat, bir taraftan talebe rahatsız oluyordu. Kendi aralarında konuşamıyorlar, şakalaşamıyorlardı, diğer taraftan, Lütfi Ağabey, “Talebe ile karşılıklı sevginin saygının devamı için, arada belli bir mesafenin muhafaza edilmesi lâzım” diyordu. 

Ruhun Şâd, Mekân’ın cennet olsun, Lütfi Ağabey! Herhangi bir hususta bendenizi ikaz etmek istediğinizde, talebe’nin ve başkalarının yanında değil, başbaşa kaldığımızda, bir baba şefkatiyle söylerdin, senin yanında çocuk yaşlarındaydım, ama bir büyük nasıl davranıyorsa, öyle davranmayı öğrendim. Minnet ve şükranlarımı Aziz ruhuna sunuyorum. 

Sevgili Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin, “Ölü’lerinizi hayırla yâd ediniz,” emr-u Fermanı’na rağmen, artık, aramızda bulunmayan âhirete-ebediyyete intikâl etmiş olan, hatasının-savabının hisabını Mahşer’de, Allah’ın huzurunda verecek birisi için, İslâm Ahlakına sığmayan, edep dışı, lafızlarla kendisine hakârete yeltenenlere, cür’et edenlere, benim tanıdığım, Hafız Hüseyin’in, Hüseyin Kaplan Ağabey’i, bir nebze anlatayım istedim. 

Bendeniz, Çatalca’da, kurs’da kalıyordum. Yemek’leri, nöbetleşerek talebe’nin yaptığı yemek’ten yiyorduk. En lüks yemeğimiz, tarhana çorbası, bulgur pilavıydı. Hafta’nın bir-iki günü, pilavın yanında, kuru fasulye olursa lüks menü olurdu. Sabah kahvaltısında, tarhana çorbası içerdik. Haftanın bir günü, Cum’a, sabahları şeker ve çay, çay torba içinde aynı anda kazan’a konuluyor, beraberce kaynatılıyor ve madenî maşrapalarla içiyorduk. Seyfeddin Alkan Hocamız da Zeytinburnu, Yeşiltepe-Taşcami’i Kur’ân Kursu’nda, aynı şartlarla kalıyordu. Mehmed Arıkan Hoca’mız, ibtida, Ümraniye’deki kurs’ta kalacak yer olmadığı için, zaman zaman, Kısıklı’daki aileye aid kendi evlerinde kalıyor, zaman zamanda, Zeytinburnu, Taşcami Kursu’nda ve Kasımpaşa-Büyükpiyâle Kur’ân Kursu’nda, misafir oluyordu. Onun şartları da bizlerden farklı değildi. 

Daha önce de ifade etmiştim; Aramızda o tarihlerde evli olan tek kişi, Hafız Hüseyin, Hüseyin Kaplan Ağabeydi. Ümraniye Köyü’nde meskûn sahaya hayli uzak, ta’biri câiz ise, dağ başında bir evde oturuyordu. Ümraniye, o yıllar’da, şimdiler’de, Çarşı olarak bilinen yerde, eski küçük Cami’i’n etrafında yerleşik 150 hânelik, muhtarlık bir muhâcir köyü idi. 1950’li yıllar’da, Ümraniye civarında, taş ocaklarında çalışan, Hüseyin Kaplan Hoca’mızın Pederleri, Hacı Ahmed Kaplan, buralarda, epeyi geniş sayılabilecek bir araziyi tesahup etmiş, temlik etmiştir. Aile bu arazi üzerine bir gecekondu yapmıştı. 

Günümüzde, Cengiz Topel Caddesi ve Dörtyol Mevki’i olarak bilinen yer ki, Ümraniye Büyük Kurs-Yurd’un ve Sur Hastahanesiyle kimi marketlerin ve ticârî binaların bulunduğu yerdir.- Büyük Kurs’un inşâ edildiği yer, Hacı Ahmed Kaplan tarafından bağışlanmış, Hasan-Sevim Gümüşsoy Çifti’nin vakfı tarafından inşâ ettirilmiştir.- 

Hafız Hüseyin burada, yolu, suyu, elektriği olmayan bir gecekondu’da oturuyordu. Çarşıdaki cami ile gecekondu arasındaki mesâfe, kısmen bataklık, balçık çamurdu. Yazları ise kum çölü gibiydi. Cum’a günleri hariç, her gün, sabahları lastik çizmelerini giyiyor, bata-çıka cami’in yanına kadar geliyordu. Burada, çizmelerini çıkarıyor, şehir’de giydiği ayakkabılarını giyiyor, bulabildiği bir vasıta ile, Üsküdar’a, Üsküdar’dan, Galata Köprüsü’ne, vapurlarla, Köprü’den küçük çatana ve motorlarla Kasımpaşa İskelesine, buradan, Kasımpaşa’nın nihâyetinde, neredeyse, Okmeydanında bulunan Büyükpiyâlepaşa Kur’ân Kursuna gidiyordu. Geç vakitlere kadar ders okutuyor, sohbet ediyor, iaşe ve ibâte işlerini ayarlıyor, akşamları aynı yollardan ve aynı vasıtalarla gecekondusuna dönüyordu. 

Günümüzde, Saray yavrusu, ısıtmalı-soğutmalı, lüks binalarda, yediği önünde, yemediği arkasında, 300 metrelik mesafelere bile, lüks makam araç’larıyla giden Kardeşlerimizden bu insanları anlamalarını takdir etmelerini beklemiyorum. Ama, hiç değilse la’net etmesinler! Bu yeter!...