Değer’li, Üveys, Ertuğrul ve Ayyıldız Beyefendi Kardeşlerimiz. Öncelikle, müştereken gösterdiğiniz, cesâretlendirme, teşvik, tergîp için çok teşekkür ederim. 
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki,) Allah, sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kafirlere karşı şerefli ve zorlu bir ümmet (toplum) getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir levm’edenin levminden, (hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” (Mâide 5/54) 
(Tarih boyunca pek çok ümmet (toplum) Yüce İslâm Dini’nin bayraktarlığını yapmış, İslâm’ın bayrağı hiçbir zaman yere düşmemiştir. İnsanlar yeryüzünde var oldukça, İslâm ümmetinden bir topluluk dâima hakkı ayakta tutacak ve bu bayrağı taşıyacaktır.) 
Biz, Üstazımızdan, hoca’larımızdan, dâima hakkın, haklıların yanında olmayı öğrendik. “Bütün insanlar karşınıza geçmiş olsa bile, siz, yine hakkın, haklıların yanında yer almalısınız,” buyururdular. 
Sevgili Peygamber’imiz bir hadis-i Şerif’lerinde: 
“-Bid’atlar zuhur ettiğinde, benim ashabıma sövülmeye başlandığında, (ta’n edildiğinde) ehl-i İlim ilmini izhar etmelidir. Eğer, bu âlimler ilimlerini izhar etmezler (bid’at ehline ve ashabıma sövenlere, onlara ta’n edenlere, gerekli cevapları vermeyenlere), Allah, Resûlü ve bütün la’net ediciler la’net ederler.” buyurmuştur. 
1968 yılından beridir, yazıyorum. Bu müddet zarfında, sünnet’lerin yerine ikâme edilmeye çalışılan bid’at’larla mücâdeleyi hep ön plâna çıkardım. Turuk-u Âliye’den Zikr-i Hafî yoluyla irtibatı kesik, teselsülü kopuk, nisbeti fâsid gruplarda görülen, bid’atlar, husûsiyle tasavvufî bid’at’lar, zaman zaman, maalesef, Câmia’mızda da görülmüştür-görülmektedir. 
Zaman zaman, “Olaçıkagelmiş,” -bu ta’bir, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri (k.s.)’ye ait’dir.- Nevzuhur, velî’ler(!) ortaya çıkarlar, kısa bir zamanda etraflarında, bunların velî olduğuna ve ellerinde kerâmetler zuhur ettiğine inanan topluluklar bulabilirler. “Olaçıkagelmiş,” ve Nevzuhur velîlerin en bâriz kerametleri(!) ise, devrin, zâhirî idarecilerine, velî’lik isnad etmek ve sık sık, onun kerâmetlerinden bahsetmektir. 
Esbâb-ı Âdiye ile elde edilen ve edilebilecek olan pek çok şeyi, bunlar, (Merhûm Büyüğümüz, Beyağabeyimiz, Cennetmekân, Kemal Kacar Ağabeyimiz), bunlara “Tevâkuşlar,” derdi). kerâmete hamlederler. 1970’li yılların sonlarında, devrin Büyüğü, uçakla Ankara’dan İstanbul’a dönüyordu. Bir müddet Yeşilköy Hava Limanında istirahat buyurup, Almanya’ya uçacaktı. Hava Meydanına gelmemi emretmişlerdi. Basın Kartımı ibraz ederek, Abron’a kadar gittim –o yıllarda Emniyet tedbirleri günümüzdeki kadar sıkı değildi.- Uçağın kapısında, merdivenlerde, kendisini karşıladım. Beraberinde seyahat eden iki kişiden birisi, “Mustafa Bey! Beyağabeyimizin Kerâmetiyle sağ ve sâlim geldik,” dedi. 
Ben, kendisine yapmayınız! Sadece, T.H.Y.’nın, İstanbul-Ankara arası karşılıklı olarak sabah 7,30’dan akşam 23,45’e kadar, her kırkbeş dakika’da, seferleri vardır. Her 45 dakikada bir, Beyağabeyin içinde bulunmadığı uçaklar da sağ-sâlim inip-kalkmaktadırlar,” dedim. Zaman oldu, yurtlarda ve kurs’larda, 500-600 talebe ve ihvanın bulunduğu sohbet’lerde, devrin Büyüğü’nün, hâşâ! Haz.İsa olduğunu söyleyenler oldu. Orada bulunan hocaefendiler’den ve idarecilerden i’tiraz eden bir Allah’ın kulu çıkmadı. 
Muttalî olduğumda, hemen Beyağabeyimizle görüştüm. Kendisi küplere bindi, çok öfkelendi. Derhâl, devrin naibi durumundaki Hüseyin Kumaş Hoca’ya kat’î ta’limat vererek, “Bundan böyle, kesinlikle bu şahıslar Kurslara-Yurtlara alınmayacaklar, talebe ve ihvan ile sohbet etmelerine fırsat ve imkân verilmeyecek,” buyurmuşlardı. 
“Hâşâ! Benim Haz.İsa olabileceğimi söyleyenler, yalnız, Tevâkuş değil, akıllarını yitirmiş birer sefihtir. Kur’ân-ı Kerim’de, Haz.İsa’nın babasız, Haz.Meryem’den doğduğu kat’î bir haberdir. Oysa ki, benim babam, Halil Kacar, annem, Zehrâ Kacar’dır. Yâni hem annem, hem babam vardır, ve bellidir.” buyurmuşlardı. 
Kurt’lar sürüye saldırmak için dumanlı havayı severler. Olaçıkagelen, Nevzuhur veli(!)ler de, intikâl dönemlerini severler. Seyreyleyin, şimdi, kendilerinin velî(!)lerden olduklarını anlatabilmek için, devrin Büyüğüne-Zâhirî İdareciye, ne kerâmetler izâfe edecekler?!.
Bir önceki Büyüğümüz, Merhûm, Cennetmekân, Ahmed Arif Denizolgun için, “Ölmedi, aramızda yaşıyor, mekân değiştirdi, kendisini hizmet için fedâ etti,” gibi, Zâhir-i Şer’i Şerif bakımından, çok ciddî neticelere müncer ifâdeler kullanılmaktadır. 
“Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim! Beni yakın bir müddete kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam! demesinden önce, size verdiğimiz rızıkları Allah yolunda harcayınız. Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münâfikûn 63/10, 11) 
“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyâmet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir.” (Âl-i İmran 3/185) 
“Her canlı ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya 21/35) 
“Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût 29/57) 
“Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah’ın iznine tâbi (bağlı) olmasın. (ölüm) belli bir müddete göre yazılmıştır. Her kim, dünya ni’metini isterse kendisine ondan veririz, kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (Âl-i İmran 3/145) 
Azîz Kardeşler, yukarıda meâllerini verdiğim âyet-i Kerime’ler müvâcehesinde, “Ölmedi aramızda yaşıyor,” “Sadece Mekân değiştirdi,” “Kendisini hizmet için, bizim için fedâ etti,” bu ifadeleri nasıl yorumlayacağız. 
Şer’i Şerife göre, Kur’ân’ın Beyânına göre, her canlı gibi, Merhûm Büyüğümüz de ölümü tatmıştır, ruhunu, Melekü’L-Mevt kabzetmiş (almıştır). Artık Berzah âlemindedir. Cesed-i Mübârek’i Merkadinde, ümid ederiz, İnşâ Allah! Ruhu Mele-i Âlâ’da ferehnâk’tır. 
“Fedâ ne demek? Allah’ın izni, takdiri, kazası olmadan hiçbir kimse ölmeyeceğine-ölemeyeceğine göre, fedâ ile intihar arasındaki ince çizgiyi kim nasıl tefrik edecektir? 
Ey Kardeş’ler! Biliniz ki, Hazreti Üstazımızın muasırı olan zevât, şu veya bu sebeple kendisinin muarız’ları bile, kendisinin Şer’i Şerif’e, çok bağlı olduğunu, şer’î, herhangi bir mes’ele’de, aslâ taviz vermediğini söylerlerdi. “Süleyman Efendi, çok hoş, çok hoş sohbet birisidir, fakat, fazlaca müteşerrî’dir,” derlerdi. 
Medrese-i Âliyye’de, talebe’den birisi olduğunda, daha sonra Sahn-i Semân Medreselerinde Hadis ve Tefsir Müderrisi olarak bulunduğu yıllarda, talebe olan arkadaşları da, müderris olan arkadaşları da, Efendi Hazret’lerinin Şer’i Şerife olan bağlılığını, titizliğini, Salâbet-i Diniyye’sini medh-u Senâ ile birbirlerine hep anlatırdılar. 
O Mübârek Zât-ı Âlî Cenab’ın, talebesi, talebe’sinin talebesi, mensûbîn ve ehibbası olanların da aynı inanışta, aynı titizlikte olmaları gerekmez mi? 
Şer’i Şerif ve ehl-i Sünnet akidesini zedeleyen ba’zı fikir ve inançlar aslâ tasvip edilemez. 
Hazret-i Üstazımızın tasarruf-u Hakîkî’ye geçişinden sonra, İmam-ı Rabbânî Evladı’nın muarızları ve yıllar boyu muvaffakıyetlerine kin ve hased’le bakanlar bile, “Haklarında bir şeyler söylenebilirse de, Şer’i Şerif’e bağlılıkları, ehl-i Sünnet akidesine sadakatları, İslâm ahlakına uygun davranışlarını teslim etmemiz, gerekir,” derlerdi. Bu teşhis ve tespit doğrudur. Dün olduğu gibi, bugün de ve gelecek zamanlarda da, İmâm-ı Rabbânî evladı, şirkten, küfür’den uzak kaldığı gibi, Sünnet-i Seniyye’ye tam temessük ederek, hurâfe ve bid’atlardan da uzak durmalıdır. Unutulmasın ki, bir tek bid’atin ihdası, bin sünnetin ölümüne sebebiyet verir. Neuzü Bi’llâh, bid’atlara sünnet gibi sarılmak ise insanları şirke ve küfre götürür...