Değer’li Kardeşimiz Osman Karaman Beyefendi: 

Aziz Kardeşim, Dr. Tayyar Altıkulaç ile alakalı olarak, bugüne kadar çok izahat verdim. Daha fazla uzatılması taraftarı değilim; Çünkü, biz çok farklı bir disiplinden, Dr. Tayyar Altıkulaç ise, çoook farklı bir disiplinden gelmiştir. Her mevzu’da aynı görüşü paylaşmamız zâten beklenemezdi. Hem, beşerî ve medenî münasebetlerimizde ne ben bir adım o tarafa, ne de kendileri bu tarafa adım attık. Herkes kendi bulunduğu konumda günün şartları müvacehesinde, münasebetlerimizi devam ettirdik... 

Merhûm, İsmail Şanlı Hocamız, İzmir-Bergama’da, Antalya’da ve Diyarbakır’da, vâiz’lik yaptı. Ateşin-muhrik konuşmaları vardı. Beşerî münasebetleri çok iyi, sıcak kanlı-sevecen, dost ve arkadaş yanlısı birisiydi. Bendeniz, İstanbul’da, kendileri taşra’da olduğu için yakından tanıdığımı söyleyemem. Son yıllarında, Antalya’da, o sırada Antalya idarecisi olan kişiyle sıkıntılar yaşadığını tahmin ediyorum. O yıllar’da, Antalya idarecisi olan zât ile, Merhûm Mustafa Çırpanlı Hocamız ve Kâim-i Pederi olan Merhum Kalaycı Hocamız Mehmed Oral’ın da ba’zı sıkıntıları olduğunu bizzat kendileri bana ifade etmişlerdi. 

Aziz Kardeşimiz: 

Cum’a bahsinde iki fıkhî mes’ele vardır anlatalım. 

Cum’a Namazlarında veya cemaatle kılınan diğer namazlarla, bayram namazlarında, imam’a uyanların imamla aynı zeminde ve imamı görebilecekleri bir yerde namaza durmaları, imam’a uymaları esastır. Bilhassa, Cum’a ve bayram namazlarında cemaat çok kalabalık olduğu için, Camii’n arka avlularında veya aşağı katlar’da imam’a uyanlar varsa, imam’ın sesini duyamıyorlarsa, bir veya birden fazla münâdî yüksek sesle intikâl tekbirlerini tekrarlar. İmam, “Semiallâhü Limen Hamideh,” deyince, münâdî “Rabbenâ veleke’l-Hamd,” diye nida eder. Ba’zı camii’lerde bu maksad’la yapılmış Münâdî Mahfilleri-balkonları mevcud’dur. İstanbul’da, Sultanahmed Camii’nin Şadırvanlı Avluya bakan Ana Giriş Kapısının sağında-solunda, zarif Münâdî Balkonları-Mahfilleri vardır. Gülhane Parkı’nın karşısında bulunan, küçük olmasına rağmen, zarif bir Hanımefendi yüzüğü kaşı kadar güzel, Zeynep Sultan Camii’nde de bir münâdî mahfili ve balkonu vardır. Bilindiği gibi, Cum’a, Bayram ve Terâvih namazlarında cemaat kalabalık olduğu için, Camii’lerin ihata duvarları dahilinde bulunan mekânlarda imamlara uyanlara, imam’ın sesi, ancak hoparlörle (ses yükseltici cihazlar) vasıtasıyla iletilmektedir. Elektrikle çalışan bu cihazlar, elektriğin kesilmesi halinde sesi iletememektedir. Böylece, imam ile cemaat arasındaki irtibat tamâmen kesildiği için cemaatin namazı fesada uğramaktadır. Bunun için, Cum’a, Bayram, Terâvih gibi, Cenaze namazları münasebetiyle arızî kalabalık cemaatin bulunduğu vakitlerde, Ses Yükseltici cihazlar çalışıyor olsalar bile, elektriğin garantisi olmadığına ve her an kesilme ihtimaline karşı, mutlakâ, münâdîler vazifelendirilmelidirler. 

CUM’A NAMAZI MES’ELESİ: 

Fıkhî hükümlere göre, kadınlar, hastalar, sakatlar, köleler, esirler gibi, kendilerine Cum’a namazı farz kılınmayanlar, veya yangın, sel ve diğer tabiî âfâta ma’ruz kaldıkları veya seferde oldukları için kendilerinden Cum’a namazının farziyyeti düşmüş olanlar, eğer, Cum’a namazını kılmışsalar, o günün öğle namazı bunlardan düşer. Ayrıca, öğle namazı kılmak kendilerine farz olmaz. Aksine, Cum’a namazı kendilerine farz kılınmış ve fakat Cum’a namazını eda etmemişlerse, o günün öğle namazı kendilerine farzdır. Cum’a namazına katıldıkları halde, Cum’a namazı fıkhî bir sebeple fasid hale gelmişse, öğle namazını kılmak kendilerine farz olur. Bunun içindir ki, Hanefî Ekolü imamları Cum’a Namazının vücûp ve eda şartlarının tam olarak yerine getirilip-getirilmediği meşkûk olan belde’ler’de, ihtiyaten Zuhr-u Âhiri’n kılınmasını tavsiye etmişlerdir. 

Elektrik kesilmesiyle imam’la cemaat arasındaki irtibat kesilmiş, hiç değilse, intikâl tekbirleriyle bir irtibat te’min edilemediğinden irtibatı kesilen cemaat’in, Cum’a namazları fasid olduğu için o günün öğle namazı kendilerine farzdır. Cum’a Namazının farzını kılıp hemen çıkmayanlar ve Zuhr-u Âhiri kılanlar için herhangi bir mes’ele yoktur, fakat Cum’a Namazının farzından hemen sonra çıkanlar o günün öğle namazını kaza etmelidirler. 

Pek Muhterem Ertuğrul Bektaş Beyefendi: 

Her görüş ve düşünce saygıya değerdir. Ama, ne olursunuz(?) artık, her ikisi de ebediyyete intikâl etmiş, Berzah Âleminde hisap gününü bekleyen her iki Merhumu, ilim ve irfan noktasında yarıştırmayalım. Bendeniz, her iki Zâtı da ziyâdeleriyle, kusurlarıyla birlikte sevdim. Sevip-sevmemek, ya da, kimi sevip, kimi sevmemek sizin takdirinizdedir. Ama, ben, “Yaratılanları, Yaradan’dan ötürü sevdim.” 

Kim daha alimdi? Mes’elesine gelince: 

Aziz Kardeşim, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri, Ricâl-i Ma’neviyye’nin, Meşhed-i Azîm’de, kendisine tahmil edilen İslâmî ilimlerin tahsili ve ta’lim ve te’allum vazifesini hakkıyla yerine getirmiş, Osmanlı Medreselerinde 25-30 yılda ancak tahsil edilebilecek Ulûm ve Fünûnu, iki sene gibi çok kısa bir müddet zarfında ders halkasına katılan bütün talebe’ye vermiştir. Zaman, fetret devriydi. Âlet ilimleriyle âlâ ilimler, fıkıh, kelâm, belâgat, mantık, hadis, Usûl-ü Hadis ve tefsir gibi ilimlerin tahsili için derinlemesine vukûfiyet için zaman yoktu. Haz.Üstaz bunların anahtarlarını elimize verdi. Sizler, fetret devrinden sonra, elinizdeki, her kapıyı açan bu anahtarla kiminiz, fıkıh’ta, kiminiz, kelâm’da, kiminiz mantıkta, kiminiz fesahat ve belâgatta, kiminiz Usûl-ü hadis’te, kiminiz de Usul-ü Fıkıhta derinleşin, buyurmuştur. Fakat, bendeniz de dâhil, hepimiz, kendimizi “Allâme”, zannettik. Bu ilimlerde derinleşmek yerine, başka başka işlerle iştigal etmeye başladık. 

Tekâmül altında, sarf-nahivde kâfiye-maksûd, fıkıh’ta, Halebî-yi Sağîr, kudûrî, mantık’da İsâgucî İlm-i Kelâm’da, metin’leri okuyan ve okutabilecek ist’idât’a sahip olanları, Tekâmül’e aldığımızda, İlm-i Kelâm’dan Şerh-i Akâid, belâgat’dan Telhîs, İlm-i Fıkıh’tan Dürer, Usûl-ü Fıkıh’tan, Şerh-u Muhtasaru’L-Menâr, Fî İlmi’l-Usûl. İstisna olarak, Mirkad veya Mir’ât, okutuluyordu. Buna ilâveten, ba’zı tekâmüllerde de, “İlm-i Ferâiz,” okutuluyordu. 

Hiç kimseyi rencide etmek gibi bir niyyetim yoktur; Fakat ne söylemek istediğim de, ehlince anlaşılmıştır. Daha önce de, muhtelif vesiylelerle ifade ettiğimi bir kerre daha ifade edeyim. “Müsâvî’ler arasında bir adım öne çıkanlar,” burada da geçerlidir. 

Azîz Kardeşim. 

Merhûm Büyüğümüz, Cennetmekân, Kemal Kacar Ağabeyimiz, zaman zaman, bizlere öylesine ilmî sualler tevcih ederlerdi de, bizler cevabını veremez veya vermekte bocalardık. 

Bir kerre, Mustafa Özaltın Hocamızla birlikte, Ziyârethâne’ye vardığımızda, (ileri gelen hoca’ların hepsi de Ziyârethâne’de idiler.) Büyüğümüz, “Geliniz bakalım, Mustafa’lar,” buyurduktan sonra, “Hoca’lar söyleyin bakalım, “Mustafa,” tesniye halinde, “Ve” eki mi, yoksa “ya” eki mi alır? Hoca’lardan ba’zıları, “Ve,” dedi, ba’zıları da, “Ya,” dedi. 

Bendenize teveccühle, “Mustafa! Sen söyle bakalım, “Ve,” mi, “Yâ,” mı? Bendeniz, Kurs’ta, Kâfiye’deki Gayr-i Munsarif bahsini talebe’ye yeni okutmuştum, takrîr etmiştim. “Kanaatimce, “Ya,” eki alır, “Mustafayan,” olması gerekir.” dedim. Zirâ, Kur’ân-ı Kerim’de, Sad Suresi (38/47) âyet-i Kerime’sinde, “Mustafa,” kelimesinin, Cem’i’nin (çoğulunun) “Mustafeyn,” olarak geçtiği görülmektedir. Eğer, tesniyesi “Ve,” eki almış olsaydı, bu takdirde cemi’nin (çoğulunun), “Mustafevn,” olarak geçmesi gerekirdi. 

Demem odur ki, Merhûm Büyüğümüz Kemal Kacar Ağabeyimiz de, en az diğer hocalarımız kadar Hazreti Üstaz’ımızın Rahle-i Tedrise oturmuşlar, Fem-i Saâdet’lerinden ilim ahzetmişlerdir. 

Azîz Ertuğrul Kardeşim. 

Mürşid-i Kâmil ve Müceddid, 16 Eylül 1959’da irtihâl (tasarruf-u Hakîkî ve Ma’nevî’ye geçtiğinde) buyurduğunda, Merhum Kemal Ağabeyimiz, 42 yaşında, Mürşid ve Müceddid’i, henüz 21 yaşında iken 1938’de bulmuş, kapılanmış, tasavvuf ve tarikat terbiyesi almış, zâhirî ilimleri en az diğer hoca’lar kadar tahsil etmiş birisiydi. Haz.Üstazımızı bulduğunda, devrin en i’tibarlı lisesinden me’zun olmuş, Haz.Üstaz’a kapılanmasaydı, dünya’nın en i’tibarlı üniversitelerinden birisinde tahsilini devam ettirme kabiliyet ve imkânlarına (maddî-ma’nevi) sahip idi. 

Hüseyin Kaplan Ağabey, 25 yaşında, Haz.Üstazımızla 1951 yılında müşerref olmuş, genç bir vâiz idi. 

Günün şartlarında, Umur-u Dünya ve zahirî işlerin idaresi için, Merhûm Kemal Bey Ağabey’in tensip edilmesi isabetliydi. O gün bu tensibi yapan az sayıda büyüğümüzü, ağabeylerimizi, “manivela, gıll-ü-Gîş,” ile itham, ebediyyete intikâl edenlerin ruhlarını muazzeb kılar, hayatta olanları da rencide eder. 

“Talebe,” remziyle yorum yapan Pek Değer’li Kardeşimiz: 

Acabâ, bir grup talebe Kardeşimiz müştereken mi yorum yaptınız. Zirâ, “Talebe tâlip’in cem’i (çoğuludur). Eğer, şahsen ve ferden yorum yapmış iseniz, “Tâlip,” remzini kullanmanız gerekmez miydi? 

Aziz Kardeşim veya Kardeşlerim. Ertuğrul Kardeşimiz’le sağlam bir zeminde tartışmıyorsunuz. 

Öncelikle ve kat’iyyetle, tebârüz ettirmek isterim ki, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid’in, “Ben’den sonra tasarruf 40 yıl devam edecektir,” tarzında bir sözü yoktur. Hazreti Üstazımız, hiçbir yerde ve hiçbir kimsenin yanında böyle bir söz sarf etmemiştir. Aksini iddia edenler, “Şurada, burada ve şunların, bunların yanında söylemiştir, şunlar, bunlar şahid’dir’ler,” diye müdellel bir şekilde ortaya koymalıdırlar. 

Günün birinde, 25-30 yaşlarında bir genç çıkıyor, herhangi bir mes’elede, “Efendi Hazretleri şöyle buyurmuştur-böyle buyurmuştur,” diyor. Hiç kimse de, nerede, ne zaman ve kimlerin yanında, böyle bir şey buyurmuştur? Sen bunu kimlerden işittin mesmûâtın doğru mudur? diye sormuyor.

Doğrudur, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ve Müceddid’den sonra, Zâhirî işler ve Umur-u Dünya için idareci olarak tensip edilen Kemal Kacar Ağabeyimiz, hâşâ! Mürşid-i Kâmil ve Müceddid değildi ki, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’de aranan vasıflar onda da aransın. Kendileri hayatı boyunca, “Benim sizlerden hiçbir farkım yoktur. Belki de tek farkım, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’i sizlerden ba’zılarından önce bulmam ve hasbelkader, sıhriyyet vasıtasıyla kendilerine yakın olma şerefine nâil olmaktır,” derdi. Diğer’lerinin durumları da aynıdır. 

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medar Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretlerinin (k.s.). ma’nevî ve hakîkî tasarrufları bitamâmihâ ve bikemâlihâ, el-Yevm, devam etmektedir ve İlâ Mâşâ Allah! devam edecektir. Bu hakîkatin dışında söylenenler, “Lâf-u Güzaftır.”