Değer’li Kardeşimiz, Ali Benli Beyefendi. 

Bu hususta tevâzû göstermeye lüzum yoktur. Mevzu’u çok iyi anlattığımı rahatlıkla söyleyebilirim. İdrâk özürlü olup da anlayamayanlar için, ya da anlamak istemeyenler için yapabileceğim bir şey yoktur. “Rabbim birliğimizi bozdurtmasın,” temenninize katılmamak mümkün mü? 

Şöyle çok basit düşünemez miyiz? Allah’ın Cibril-ü Emîn vasıtasıyla vahyettiği, bu vahiy üzerine, Peygamber’imizin da’vet ettiği bîat’e katılanların, (bîat edenlerin) tamamının Ashab’dan olduğu bir bîat ki, 

“Andolsun ki, o ağacın altında sana bîa’t ederlerken Allah, o mü’minlerden razî olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Fetih 48/18) 

(Âyet-i Kerime’nin işâret ettiği bîat Hudeybiye’de “Semre-Semûre” ağacının altında yapılan “Rıdvan Bîatı”dır. (Sizin teşbihinize göre Bîat-ı Rıdvan). 1400 Sahâbî Kureyş’e karşı ölünceye kadar savaşacaklarına yemin etmişlerdi. Haber verilen yakın fetih, Hayber’in fethi olarak ifade edilmişse de, Mekke’nin fethi olarak da yorumlayanlar olmuştur.) 

“Muhakkak ki, sana bîat edenler ancak Allah’a bîat etmektedirler. Allah’ın kudreti onların kudretinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih 48/10) 

Bîatı Rıdvan’da taraflar Allah ve Resûlü, diğer taraf Ashab-ı Güzîn. Bîat’ın tek şartı var, “ölünceye kadar, canlarıyla, mallarıyla Resûlüllah ile beraber savaşacaklar.”

Ayrıca, bu Bîata katılanlardan Allah razî olduğunu vahyen bildirmiştir. 

Sizin kasdettiğiniz ve teşbih ettiğiniz biât’dan taraflar, şartlar bakımından çok farklıdır ve aslâ teşbih uygun değildir. Teşbih’te ısrar Hafazan Allah! insanı küfre götürecek bir sebeptir. Teşbih’te, Müşebbeh ile Müşebbehûnbîh arasında münasebet ve benzerlik aranır. Oysa burada “Min Küll’i-L-Vücûh” hiçbir benzerlik yoktur. İnşâ Allah! Artık anlamışsınızdır. 

Azîz Kardeşim Ertuğrul Bektaş Beyefendi. 

Ba’zı şeyleri, hemen anlayanlara can kurban! Bizim vazifemiz, idrâk aczi olanlara, bir türlü anlamak isteyenlere de anlatmaktır. Sevgili Peygamber’imiz, “Kellim’ün-Nâse bikaderi Ukûlihim,” buyurmuştur. (Tercüme etmeyi, meâlini vermeyi lüzumlu bulmadım.) Anlayanlar ne demek istediğimizi anlamışlardır. 

Ertuğrul Kardeş! Ba’zı şeyleri sarâheten yazmasak da birbirimizi çok iyi anladığımızı sanırım. 

Fincancı katır’larını ürkütmek istemem ama, Allah yolunda infak’da, bedenî çalışmada ve her nev’i fedâkârlık’da, müsabaka edilse, (yarışılsa) aslâ, ihtilâf, münâkaşa ve münâferet zuhur etmez. Siz, şimdiye kadar infak’da yarış edenlerin, “Siz niçin az yardım ediyorsunuz, ya da siz niçin bu kadar çok yardım ediyorsunuz” tarzında bir ihtilâfa, münâkaşaya, münâferete şahid oldunuz mu? Ben olmadım. Ama, Beytülmâl için, toplanan değer’lerin paylaşımında kavgalar olur. Mal’a, servete temâyül insanoğlu’nun en büyük za’afıdır. Onun içindir ki, İslâm’ın şartlarından, namaz, oruç ve hac hakkında tafsilatlı beyanda bulunulmadığı halde, zekatta, Masârıf-ı Zekât (zekatların verilebileceği kimseler), tafsilatlı olarak Kur’ân-ı Kerim’de beyan buyrulmuş, Peygamber’in hadislerine, İçtihad’a ve İcmâ-i Ümmete bırakılmamıştır. 

“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak, fakirlere, miskinlere, (yoksullara-düşkünlere), (zekâtı toplamaya me’mur) me’murlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, (müellefe-i Kulûp), (hürriyetlerini satın almaya çalışan) köle’lere, borçlu’lara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere ve yolda kalmış yolculara mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/60) 

Uzun zamandan beridir, hizmette olanlardan ba’zılarının, ailesi ve sıhriyyet yoluyla yakınları varlıklı insanlar olmadıkları halde, fabrikalar kurmuş, kâşânelerde oturan pahalı lüks arabalara binen’ler ister istemez, hased’lere kıskançlıklara sebep olmaktadırlar. 

Mal sahibi olmak, çok zengin olmak, Allah’a ve Resûlüne karşı, zekât ve infak vazifesini, Devlete karşı mükellefiyetini yerine getirmek şartıyla zem olunacak bir vaziyet değildir. 

“Her kim, dünya ni’metini isterse, kendisine ondan veririz; kim de, ahiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız...” (Âl-i İmrân 3/145) 

İsteyen bu dünya’da mal servet sahibi olabilir. Ferah ve fahûr bir hayat sürdürebilir. Fakat o zaman hizmetten uzak, her tür mazanna’dan uzak durması gerekir. 

Beytülmâl’de toplanan iareler ve Müslüman’lardan toplanan zekât, gerçekten, mahalline masruf olsa, bütün hizmetler rahatlıkla yerine getirebilindiği gibi, Câmia’mızda, toplumumuzda, en fazla, 5 yıl içinde zekât kabul edebilecek hiçbir fakir kalmaz... 

Değer’li Kardeşlerim, Abdullah Kara ve H.İbrahim Kuruçaylı Beyefendiler: Bilhassa, internet ortamında dolaştırılan ma’lûmat kirliliği ve kafa karışıklığı dikkate alınınca, sadece gerçekleri aksettirecek eserler zarûret haline gelmiş bulunmaktadır. Teşvîkleriniz azmimizi artıracaktır. Alakanızın devamını dilerim. 

Değer’li Kardeşimiz, Sabit Yıldız Beyefendi. 

Büyük’lerimizin Ağabey’lerimizin, (tabiî ki, bilgilerine ulaşabildiğimiz kimselerin) hayatlarından kesitler vermeye gayret ediyoruz. Genç’lere, yeni yetişen nesillere ibret vesiylesi olsun, diye... Gerçekten Nureddin Nemangânî’nin hayat hikâyesi ibret-i Müessirelerle doludur. Beğendiğinize sevindim. Teşekkür ederim. 

“BİR KUL,” Remzini kullanan Değer’li Kardeşim. 

Câmia’nın, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’in yolundan ki –Onun yolu, sünnetlere tam temessük, bid’atlardan uzaklaşma, tahrip edilen ve öldürülen sünnetleri ihya, sünnetlerin yerine ikâme edilmeye çalışılan bid’atları imha ve öldürme, kısacası, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat,” yoludur.- uzaklaşmakta hâşâ! ne hikmet olur? 

Cenaze namazının, ikindi namazını ta’kiben kılınacağı ilân edilmişken, cemaatin kâhir ekseriyyeti cami içinde ikinde namazını ve ikindi namazından sonra cenaze namazını bekliyorken, uzak yerlerden akın akın, cemaat, Camiye müteveccihen hareket halindeyken, alelacele, ikindi namazına yarım saat kala, cenaze namazının kılınması ve cenaze’nin defin için mezarlığa götürülmesi için dinî bir hüküm verilemese de, en azından, yakışıksızlık, Camii’de bekleyen, Camiye müteveccihen gelmekte olan insanlara saygısızlıktır. Başka ne dememi bekliyorsunuz ki!... 

Pek Muhterem Kardeşimiz Abdülmuttalip Gökçek Beyefendi: 

İsmini bile zikretmekten içtinâp ettiğim zenâdik’a’dan o kişi, tıpkı, Ka’be duvarına, cami duvarına şey ederek meşhûr olmaya çalışanlar gibidir. 

Hazreti Mevlânâ’nın dediği gibi, “Önce söze bakarım, söz mü diye sonra söyleyene bakarım, adam mı diye?!”

Hâşâ! İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri hakkında söz söylemek için, asgarî, tasavvuf terbiyesinden geçmiş olmak, asgarî bir seyr-i Sülûk’i olması gerekir. 

İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin Mektuplarını, (tercümeden değil aslından), okuyabilseydi, kuş beyni kadar da beyni olsaydı, o mübârek Zât’ın şirk’ten, bırakınız şirki, gizli şirk olan riyâ ve süm’a’dan ne kadar tevakki edilmesi (sakınılması gerektiğini) ısrarla hemen hemen bütün mektuplarında anlattığını görür anlardı. 

Hem sonra, kim veya kimler, İmam-ı Rabbânî Hazret’lerinin Mektubatını Kur’ân-ı Kerim’e eşit tutmaktadır? 

Bir kimse, Buhârî’nin, rivâyet ettiği hadislerin toplandığı, “Buhârî Külliyatı, Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim’den sonra, en mu’teber Hadis Külliyatıdır,” dese, hâşâ! Nasıl Kur’ân’a eş tutmak değilse, birisi de çıkıp, Zikr-i Hafî Yolunu, Tarîkat-ı Nakşibendiyye-i Âliyye’yi ve bu Tarîkatı’nın Müceddidiyye Kolunu anlatan en mu’teber tasavvufî eser’dir,” demek, hâşâ! Mektubatı, Kur’ân-ı Kerim ile eş tutmak mıdır? 

Cehâletin, gabâvet’in, zırvalamanın böylesine pes doğrusu?!

- Kendi nefsinden haberi olmayanın, şundan bundan haber vermesi mümkün mü? (Kişi önce kendisini bilmesi gerekir. Sivri sineğin vızıldaması dağ’dan bir şey alıp götürmez.)