Pek Muhterem Kardeşimiz, Halid Sarı Beyefendiye cevaplarımızın devamıdır. 

Yazılarımda, Sünnet-i Seniyye’ye temessük ve bid’atlardan uzaklaşma mevzu’larındaki hassâsiyyetim, ba’zı çevrelerde hatalı yorumlara yol açmış gibi görünüyor. 

Hazreti Üstazımız, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri, (k.s.), Turuk-u Âliyye’den, Zikr-i Hafî Yolunun, Nakşibendiyye-Müceddidiyye Kolunun son Kutbu’L-Aktâb’ıdır. Öncelikli vazifesi, Tecdid, zaman içinde ihdas olunan, zuhur eden bid’atlar sebebiyle yok edilen, öldürülen sünnet’leri ihya ve bid’atleri tarihin derinliklerine gömmektir. Sünnete muğâyir bid’atleri tespit ve men’edilmeleri kolaydır. Fakat, tasavvufî bid’atları tespit ve onları men’etmek pek kolay değildir. 

Sünnet’ler, asırlara sârî ve çok titiz bir çalışma ile tedvin olunduğundan, sünnet’leri tespit ve sünnetlere muğâyir bid’atları men, nisbeten kolaydır. Ancak, tasavvuf’ta-tarîkatlarda, yazılı metin’lerden ziyâde, sözlü iletişim hâkim durumda bulunduğu için, “Gassâl’in Elindeki Meyyit Gibi,” misâlinde olduğu gibi “Mutlâk İtaat,” da yanlış yorumlandığından, yukarıda söylenenler, aşağı kademelere yanlış intikâl ettirildiği için, pek çok bid’î tasavvuf ve tarîkat söylemleri o yolun bir düsturu gibi idrâk edilmektedir. 

Tarîkat-i Nakşibendiyye Pîranı, “Bizim Düsturumuz, Zâhirimiz Halk ile Bâtınız Hakk iledir,” buyurmuşlardır. Bu yolun yolcularının dış görünüşleri, bulundukları diyâr’ın, bulundukları iklimlerin, bulundukları memleketlerin topluluklarının, dış görüşlerinin aynıdır. Herhangi bir şekil ve renk tercihleri yoktur. Eğer bizim de bir renk ve şekil tercihimiz olsaydı, sakalı, çarşafı, şalvarı, poturu kazınmış, matruş başı, tarîkatın gereği-şartı, farzı sayanlardan ne farkımız olurdu? 

Lâciverd veya mavî Takke aslâ bizim Âlâmet-i Fârikamız değildir; Lâciverd ve mâvî takke giyimini zamanında, münhasıran ticârî maksadla kurnaz bir kitapçı yaygınlaştırdı. Şimdiler’de neredeyse, Lâciverd takke giymeye farzmış muamelesi yapılmakta, beyaz veya başka renk’te takke giyen tek bir kişiye dahî rastlanmamaktadır. Apaçık bir bid’ata temessük yetmiyormuş gibi bir de Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’e, iftira ve bühtanda bulunuyorlar. Neymiş Efendim! Efendi Hazretleri buyurmuşlardır ki, “Biz, uzun mücâdele yıllarımızda öylesine çileler çektik ki, hep mâtem halindeydik. Mâtem halinde karalar bağladık, koyu renkli sarıklar sardık, takkeler giydik, beyaz takke giyemezdik,” ya! buyurmuşlar!? Külliyen, yalan ve iftira! Efendi Hazret’leri, hiçbir yerde ve hiçbir kimsenin yanında böyle bir beyanda bulunmamışlardır. Ehl-i Sünnet i’tikadında, insanların ma’ruz kaldıkları belâ ve sıkıntılar, Allah’ın takdiri ve kazasıyladır. Unutulmamalıdır ki, bu dünya belâ ve musîbetlerle, en ağır imtihana resûller, nebîler, velî’ler ve derecelerine göre diğer mü’minler tâbi tutulurlar. Onlar da, Allah’tan gelen her türlü belâ ve musibete karşı sabrederler, aslâ ısyan etmezler ve kesinlikle de, mâtem tutmazlar. Karalar giyinip, mâtem tutmak ancak Şîa’da vardır. 

Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerinden (k.s.) bizlere intikâl, iki poz resmi vardır. Görüleceği gibi, son derece şık ve müvâzeneli bir kıyâfet, Mübârek Başlarında, Süt beyazı tülbent’le sarılmış, Sarık-fes bulunmaktadır. Fes’in etrafındaki sarık, lâciverd veya mavî değil, Beyaz’dır. Bu dahî, yukarıdaki gülünç iddiayı tekzip eden bir delildir. 

Turuk-u Âliye’den, Zikr-i Hafî’nin en önemli Kolu, Nakşibendiyye’nin, Müceddidiye Kolu’nun Pîri, Nakşibendiyye Silsile-i Zeheb’inin-Silsile-i Saâdât’ının, 5 Kutbu’L-Aktâb’ın dördüncüsü, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Fâruk es-Sirhindî Efendi Hazret’leri (k.s.)’nun, muhtelif mektup’larından, -Muhtelif zevât tarafından kendisine gönderilen ve kendilerinin bu mektuplara verdikleri cevaplardan oluşan mektuplar.- cem, te’lif ve tedvin edilen mektuplar, Mektûbat-ı Kudsiyye, Bizim, Müceddidiyye Kolu’nun bir nev’i yol haritasıdır. 

İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Faruk es-Sirhindî (k.s.) Efendi Hazret’leri, Mektubat-ı Kudsiyyesindeki bir mektubunda, muhtelif mektuplara verdiği cevâbî bir mektubunda, tasavvuf ve tarikattaki bid’atlara işâret buyurarak, “Nâfile namaz’ların, riya ve süma’dan (görsünler, duysunlar) uzak, gizlilik içinde eda edilmesi esastır. Gece’nin üçte ikisinden sonra kılınan teheccüd namazının, farz namazlardan sonra en faziletli namaz olması, herkes uyurken kalkılıp kılınan namaz olmasındandır. Halbuki, bu devrin bir bid’ati olarak (bahsedilen devir, İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin devridir ki, Hicrî onbirinci asırdır.) teheccüd namazlarını, tesbih namaz’larını, Cem-i Gafîr, (çok kalabalık cemaatlerle) halinde kılmaktadırlar. Oysa ki, teheccüd namazını, tesbih namazını kalabalık cemaatler halinde kılmak bütün fukahâ’nın ittifakıyle Tahrîmen mekruhtur.- Ef’âli İbâd’den (kulların işlediklerinden menhî, kesin olarak yasaklananlardan, haram’dan sonra gelen, Mekrûhat’a (mekrûh olan şeylere, Tahrîmen mekruh olanlar, tenzîhen mekruh olanlar denilerek, iki kısma ayrılır. Tenzîhen mekruh olan helâllere yakın, Tahrimen mekruh olanlar ise, haram’a yakın mekruhlardır. 

Teheccüd ve tesbih namazlarını cemaatle kılmak, Tahrîmen mekruh olduğuna göre, demek ki, haram’a yakın bir mekruhtur. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, tahrîmen mekruh olan bir amel’den ecir-sevap beklemek, haram olan bir ameli irtikâp edip onu helâl addetmek gibi bir şeydir,” buyuruyorlar. Hal böyleyken, bilhassa, mübârek gün ve geceler’de, hususiyle Mübârek Kadir Gece’sinde, İstanbul’da ve Anadolu’nun muhtelif şehir’lerinde, Cem-i Gafîr (çok büyük, kalabalık cemaatin iştirakiyle) halinde tesbih namazı kılınıyor mu? Evet! Kılınıyor. Pekiyi! “Yapmayın Kardeşler, tesbih namazını bu şekilde cemaatle kılmanız, bütün fukahâ’nın ittifakıyle Tahrîmen mekruhtur. Tahrîmen mekruh olan bir ameli irtikâp ve o’ndan ecir-sevap ümid etmek, haram olan bir şeyi helâl, helâl olan bir şeyi de, haram addetmektir,” denildiğinde, “Büyüklerimiz, Ağabey’lerimiz kıldırıyor, biz de kıldırıyoruz,” diyorlar. 

İstanbul’da, Zeytinburnu’ndaki büyük yurtlardan birisinde bir Kadir Gecesi’nde, tesbîh namazını kalabalık bir cemaatin iştirakiyle kıldırmaya hazırlanan ve anons eden, 30-35 yaşlarındaki mağrur bir hocaefendiye, “Tesbîh namazının cemaatle kılınması bütün fukahâ’nın ittifakıyle tahrîmen mekruh ve bid’attir. Öyleyse, cemaati nasıl da’vet ediyor, nasıl kıldırıyorsunuz,” dediğimizde, yukarıdaki, Lâciverd takke mes’elesinde olduğu gibi hemen yalan ve iftiraya başvurmuş, “Hazretimize bir Bursa seyahati sırasında sorulmuş da, tesbih namazı cemaatle kılınabilir,” buyurmuşmuş... Efendi Hazret’leri, Bursa’ya ne zaman gitmiş, bu suali kendisine kim sormuş? Kendileri kimlerin hazır bulunduğu bir meclis’te bu cevabı vermiş? Yalan, iftira ve bühtân!...   

Aziz Kardeşim, ben bu hâkîkatları tebârüz ettirdiğim için, birilerini sorgulamış mı oluyorum? Kaşağı ve gebre ile ahıra girildiğinde, yarası olanlar gocunurlar. 

Ben, bu gerçekleri dile getirdiğim için beni sorgulamaya kalkışmak, aslında, Silsile-i Zeheb – Silsile-i Saâdât arasında, 4. Kutbu’l-Aktâb, İmam-ı Rabbânî ve Nisbet-i Ma’neviyye ve ruhiyye ile Üstazı, Salâhuddîn İbn-i Mevlânâ Sirâcüddîn Efendi Hazret’leri tarafından, doğrudan, İmam-ı Rabbânî Hazret’lerine nisbet edilen, Süleyman Hilmi Silistrevî, Efendi Hazret’lerini sorgulamaya kalkmak ma’nasına gelir. 

Değer’li Kardeşim. Cennetmekân Merhûm Beyağabeyimiz, Kemal Kacar’ın Antalya’da tevkifi ile alakalı olarak geniş ma’lumat arz ettiğimi sanırım. Ağabeyin tevkîfinde, Mehmet Şişman’ın doğrudan, aktif bir rolü olmamıştır. Ancak, Mehmet Şişman’ın da aralarında bulunduğu, idareciler tarafından lüzumsuz, çocukça hazırlanmış bir belge’nin, Mehmet Şişman’ın evinde ele geçirilmesiyle başlayan ta’kibat neticesinde tevkîf edilmiştir.

Umarım, Merhûm Büyüğümüzün füc’eten vefatı ve âhirete intikâl ettikleri gün ve ta’kip eden günlerde, ortaya konulan, çocukça, “Bîat,” curcunası, gelecekte bizi sıkıntıya sokacak gelişmelere sebebiyet vermez.