Pek Muhterem Halit Sarı Beyefendi. Bize, bu zemin’e, e-posta email vasıtasıyla ulaşmış bulunuyorsunuz. Evveliyetle, aramıza hoş geldiniz diyor, bu zemine verdiğiniz ve vereceğiniz katkılarınızdan dolayı teşekkürlerimi arz ederim. 

Aziz Kardeşim, böyle bir kanaate nasıl vardığınızı cidden merak ediyorum. Hangi yazım-yazılarım, size böyle bir kanaate sahip olmanıza sebep olduysa, açıkça yazsaydınız, çok daha net ve şümullü cevap verme imkânı’na sâhip olabilirdim. Yine de, “Efradını Câmî, Ağyâr’ına Mânî,” cevap vereceğim. 

Haksız, mesnedsiz, sebepsiz yere böyle bir kanaate sahip olmanız, bendenizi ve Pek Muhterem Büyüğümüzü, yakinen, yakinen değil, uzaktan da tanımadığınızı gösterir. Filhakîka, bendeniz de sizi tanımıyorum. Yaşınız, tahsiliniz, müktesabâtınız benim için meçhuldür. Yazılarımda, sık sık, devrin Büyüğü, Cennetmekân, Merhûm, Muhterem, Kemâl Beyağabey (Kemal Kacar)’dan bahsetmem, kendisini referans olarak göstermem dolaysiyle sizin gibi diğer ba’zı kardeşlerimiz, “Hocam! Yazılarınızda sık sık, devrin Büyüğünden bahsediyor, pek çok mevzu’da kendisini referans gösteriyor olmanıza rağmen, şimdiki Büyüğümüz hakkında niçin yorumlarda bulunmuyorsunuz?” diye serzenişte bulunuyorlardı. Size verdiğimiz bu cevap aynı zamanda onlara da bir cevap teşkil edecektir. 

Azîz Kardeşim. Bendeniz, şimdiki Büyüğümüzü, henüz, kendileri iki-üç yaşlarında olduğu bir zamanda tanıma şerefine ermiş birisiyim. Sünnet merâsimlerinde, aktif olarak vazife almış, Doğu ve Güneydoğu âdetlerine göre, kendilerine kirvelik etmiş birisiyim. Merhûm, Pederleri, Seyyid, Hüseyin Kâmil Denizolgun Beyağabeyimiz, kendilerini, kollarından tutup ziyârethâne’ye getirdiklerinde, orada bulunanlar, hepimiz, genç-yaşlı, çocuk, ayağa kalkar, kendilerini ayakta karşılar, onlar yerlerine oturuncaya kadar yerimize oturmazdık. Bırakınız, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’in Hayru’l-Halef’i, Ahfâdı, torunlarını, bizler, o kapıya kapılananlar, o kapının Kıtmiri, Karabaş’a bile, hürmette kusur etmezdik. Karabaş da, bizlere hürmetimizin karşılığını verir, yabancılara hırlayarak karşı koyarken, bizlere hoş geldiniz, reveranslarıyla başını ayaklarımıza sürer karşılardı. Şimdiki Büyüğümüzün Merhûm Peder’leri, Hüseyin Kâmil Denizolgun Beyağabeyimiz’le, Ufuk Gazete’sinin ve Fazilet Neşriyat ve Ticaret A.Ş.’nin kuruluş yıllarında, kendileri İdare Meclisi Başkanı, bendeniz, Müessesese Müdürü olarak çok yakın çalışmalarımız oldu. Kendisini ve oğullarını yakinen tanıdıkça, hürmetim, hayranlığım daha da artmıştır. Muhabbetim, hürmetim, hayranlığım bugüne kadar da artarak devam edegelmiştir, hâlen de devam etmektedir. 

Şimdiki “Büyüğümüzün aldığı kararları” ve ne demekse, “Şahsını,” Hâşâ! sorgulamam hakkım da değildir, haddim de değildir. Çünkü, bendeniz, şimdiki Büyüğümüzün yakın çalışma arkadaşlarından birisi değilim. Bendeniz de pek çok kıdemli kardeşimiz gibi, Leşger-i Du’â Mevkiindeyiz. Bu bakımdan, Büyüğümüzün aldığı kararlara muttalî değilim ki, hâşâ! sorgulayım, sorgulamaya kalkayım. 

Bendeniz, devrin Büyüğü, Cennetmekân, Muhterem Merhûm, Kemal Beyağabey, Kemal Kacar’ın, 10 yılı, Tedrisat Sisteminde, 25 yılı, hizmet, gazetecilik, şirketler ve genel idare’de olmak üzere, 35 yıl en yakınında çalışma şerefine ermiş birisiyim. Bu süre zarfında, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Darbe-i Hükûmetlerine ma’ruz kaldık. Her ihtilâl ve Darbe-i Hükûmet sonrası, İmam-ı Rabbânî Evladı için, yeniden doğuş yeniden teşkilâtlanma idi. Beraberce nîce uykusuz geceler geçirdik, beraberce ağladık, beraberce güldük. Beraberce yaşadığımız nîce hatırât vardır ki, “Yâd-ı Cihâne Değer!,” İkbâl’in zirvesine de, idbâr’in en aşağı derekesine de beraberce yükseldik, beraberce indik. Bendenizin bugün sık sık, devrin Büyüğünden bahsetmem, zaman zaman kendisini referans göstermem bunun içindir. Yıllar sonra, bugüne ve bugünün ibretâmiz hâdisatını yazacak olan günümüz Büyüğü’nün yakın çalışma arkadaşları, bugünleri anlatırken, sık sık, kendisinden bahsedecek ve kendisini referans olarak göstereceklerdir. 

1970’li yılların ortalarında, UFUK Gazete’sindeki Köşem’de, “SOHBET,” mevzu’unda bir yazı kaleme almıştım; bu makâle’de, Turuk-u Âliyye’de ve tasavvufta sohbetin ehemmiyetine işâret olunuyor, Ashab-ı Güzîn misâl olarak gösteriliyor, Ashab-ı Kiram’dan ba’zıları, müddet-i Ömrü’nde, üst üste, iki Ramazan ayı orucunu, üst üste üç yıl kadar Cum’a namazını, beş vakit namazlarını kılamadan, Allah yolunda, İlâ-i Kelimetü’L-llâh uğruna şehid düşmüşlerdir. Ashab-ı Güzîni Peygamber’lerden sonra bütün insan’ların, kıyâmete kadar gelecek Tâbiîn, tebai Tâbiîn ve onları ta’kip eden bütün Müslüman’ların en hayırlıları olma mertebesine yükselten, ibâdet’lerinin çokluğu, Evrâd ve Ezkâr’larının çokluğu değil, Sevgili Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizle aynı zaman diliminde yaşamış olmaları, ona iman, bütün varlıklarıyla onu tasdik etmiş olmaları ve onun sohbetine nâil olmaları, mazhar olmalarıdır. 

Turuk-u Âliyye’de, husûsiyle, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliyye’de, Mürîdan’nın tekâmülü için sohbet şarttır. Bizzat Mürşid-i Kâmil’in veya kendilerine sohbet etme salâhiyyeti verilenlerin, sohbetleriyle, mürîdân, mensûbîn İnsan-ı Kâmil mertebesine terfî ederler. Yalnız, sohbet’ler, Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet-i Resûlullah, Pîran’ın hikmetli sözleri, ibretli menkıbeleri çerçevesinde olmalıdır. Sohbetler, dünyevî hususlar üzerine, “Leziz yemekler nerede yenilir, hangi vilâyetin veya şehr’in yemekleri daha lezizdir, hangi otomobiller daha konforludur, hangi marka otomobiller daha rahat sürüşlüdür,” gibi dünyevî ve günlük hayatın hay huyu ile yapılan sohbetler, tekâmül şöyle dursun, kalbi karartır. Sohbetler, Ahlâk-ı Hamîde üzerine olursa, Letâif-i Hamseyi tasfiye, Nefs-i Emmâre’yi tezkiye üzerine olursa tekâmül hasıl olur. 

Devrin Büyüğü nezdinde bendenizi müşkil bir vaziyete düşürmek isteyen ba’zı Akl-ı Evveller, “Mal Bulmuş Mağribî,” gibi, hemen bu yazının neşredildiği, UFUK Gazete’sini alıp, Büyüğümüze koşmuşlar, “Efendim, Akkoca bu yazıyı Zât-ıâlinizi hedef alarak yazmıştır. ‘Leziz yemeklerden, otomobillerden yapılan sohbetlerin hiçbir faydası yoktur,’ derken sizi kasdettiği anlaşılmaktadır,” demişler. 

Büyüğümüz, “aslolan, bu yazının ucunun kimlere değip-değmediği değil, bir bütün olarak yazının doğru olup-olmadığıdır. Yazı çok dikkatli ve itinalı bir şekilde yazılmıştır. Akkoca’nın eline diline sağlık, ben de kendisini ilk gördüğümde, bu yazısından dolayı tebrik edeceğim,” diye cevaplandırmış, Büyüğümüz nezdinde bu yazıyı bahâne ederek beni gammazlamak ve müşkil vaziyette bırakmak isteyenlerin heveslerini kursaklarında bırakmıştır. Nitekim, ilk karşılaştığımızda, bendenizi tebrik etmiş, bu kabil yazıları yazmaya, ikaz ve ihtarlara devam etmemi istemiştir. 46 yıllık yazı hayatımda, 1983 yılında, 12 Eylül 1980 Darbe-i Hükûmeti’nin bize isâbet eden Darbesiyle, Bâbiâlîde SABAH ve UFUK Siyâsî gazete’leri kapanıncaya kadar bu gazetelerde yazdığım yazılar, Millî Kütüphâne’de, Devlet Kütüphane’lerinde, Belediye Kitaplıklarında, yani, Devletimizin arşivlerinde mevcuttur. 2001 yılından beridir, Önce Vatan Gazete’sinde, haftanın iki günü, Pazartesi ve Cum’a günleri, “Tespitler,” ve “Cum’a Sohbeti,” Köşe’lerinde yazdığım yazılar da, hem Devletimizin arşiv’lerinde hem de internet ortamında bulunmaktadır. 

Her bir yazımın altına bugün de rahatlıkla imzamı atabilirim. Bu yazılar’da, Kitabu’l-llah’a, Sünnet-i Resulullah’a, İ’tikatta, Mâtürîdî, amel’de Hanefî Mezhebi’nin içtihad’larına, Turuk-u Âliye’den, Zikr-i Hafî Yolu’nun, Tarikat-i Nakşibendiyye’nin, Müceddidiyye Kolu’nun esaslarına riâyet prensibimdir. 

Şakird’ler tarafından zaman zaman, ölümle tehdit edilmiş olmama rağmen, Türkiye’de ilk ve son, Said-i Kürdî’nin Dâl ve Mudîl olduğunu yazan benim. Geçmişte, bu yazılarımdan dolayı beni şiddetle tenkid eden, hattâ tehditte bulunan ba’zı kimseler, Said-i Kürdî’nin şakird’lerinden, Said-i Kürdî’den bahsederken, “Hazret-i Pîr” diye hitap eden Mel’ûn, Deccâl’in yaptıklarından sonra özür beyan ettiler, tebriklerini sundular. Geçmişte en çok yazıyı, sünnet’lere karşı bid’atlerle, tarikat ve tasavvuf’taki bid’atler üzerine yazdım. 

Ehl-i Bid’atten olanlarla, kendilerini ehl-i Sünnet’ten olduklarını zannettikleri halde, aslında kendileri sünnetlere karşı bid’atlerle tasavvufî bid’atlerin batağında olanları kızdırdığımın farkındayım. Umurumda değil!... Bir bid’ati ihya, bin sünneti öldürmektir, bir sünneti ihya da, bin bid’ati gömmektir. “Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda, benim sünnetime temessük edene, (hakkıyla uyan, yerine getiren), yüz şehîd sevabı-ecri ihsan olunur,” Hadis-i Şerif’inin mâsadakına mazhar olmak en büyük temenni ve niyazımdır...