Pek Muhterem Kardeşimiz, Ertuğrul Bektaş Beyefendiye:

Elbette ki şu veya bu makam’da, mes’ûliyet taşıyan kimseler, hata’dan Muarrâ, “Lâ Yuhtâ Velâ Yüs’el,” değildir. İlk hataya düşen, (zelle) ve ilk unutan, ilk insan ve ilk Peygamber, Haz.Adem aleyhisselâm Efendimizdir. Onun içindir ki “Evvelü’n-Nâsî, Evvelü’n-Nâs,” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Mi’rac Gecesi, bilâ vasıta, Sevgili Peygamber’imize indirilen, Bakara Suresi’nin, son iki âyetinde, (285/286. âyetlerinde) “Rabbimiz, unutursak veya hataya düşersek bizi muâhaze etme!” diye du’â mahiyetinde her akşam yatsı namazından sonra okuyoruz. Bu hakîkati hepimiz çok iyi bildiğimiz halde, zaman zaman, ba’zı şahıslara ba’zı meziyetler hamlediyor, hâşâ! Onlardan hiç hata etmemelerini bekliyoruz. Sonra da hatalarını görünce, derin bir inkisara ve Sukut-u Hayâle uğruyoruz.

Azîz Kardeşim, mes’ele’lere biraz da serin kanlılıkla bakarsak, çok fazla ye’se düşmeye gerek yoktur. Şöyle ki, 1960’lı, 1970’li yıllarda, Tekâmüle aldığımız talebe sayısı toplamda 150 kişi kadardı. Buna mukâbil, müderris, imam-hatip, müezzin kayyım, Kur’ân Kursu Muallimi ve idareci olarak açık kadro-talep, bu sayının en az üç katı idi. Talebe Kardeşlerimizden ekserisi ismen bizden talep edilirdi.

Bu yıllarda, vasatî 50 ilâ 100 talebeye bir hoca düşerdi. Şimdilerde, 8-10 talebe’ye bir hoca düşmektedir. Tekâmüle alınan ve me’zun olanlar, ihtiyaç duyulan kadroların çok fevkindedir. İyi bir plânlama ile me’zun olup, başka cihetlere tevcih edilmeyenler haliyle büyük bir birikime sebebiyet vermektedirler. Son yıllarda, kız kurs’larında okuyan ve Kız Kursları tekâmülünden me’zun edilenler de ilâve edilince, çok ciddî bir istihdam mes’elesi ortaya çıkmaktadır. (Burada istihdam’dan kasdım, başkalarının kasdettiği gibi, maaş ve geçinme derdinden ziyâde, hizmet imkanıdır. Yâni, her me’zun, hizmet imkânı’na kavuşamamaktadır.

Diğer taraftan, hizmetiçi bir makam-mevki boşaldığında, herhangi bir terfi sistemi ve kuralı bulunmadığından, o makam ve mevkie ulaşmak, ancak başkalarının omuzlarına çıkılarak mümkün olduğundan dedikodu devreye sokulur, yukarıdakilerin hassas oldukları konular ortaya atılır, böylece tasfiyeler te’min edilir. Azîz Kardeşim, 1960’lı, 1970’li yıllarda, yurtların-kurs’ların sayısı azdı. Her vilâyette bir veya bir-kaç kurs bulunurdu. Bunlar da, İptidâî ve Tekâmülaltı olmak üzere sadece iki kademeli birer eğitim sistemiydiler. Alanya’da ve İstanbul’da az sayıda tekâmül vardı.

Tabiî olarak, bu az sayıda ve himmetten başka herhangi bir beklentisi bulunmayan, bir lokma bir hırka, zaman zaman bunlardan mahrum, eli öpülesi hocalarımız tarafından idare edilen bu kurs’ları, şifâhî emir ve direktiflerle idare etmek çok kolaydı. Günümüzde, kreş’lerden, Tekâmüllere, muhtelif kademelerdeki onbinlerce eğitim kurumunu, şifâhî emir ve direktiflerle idare etmek çok zordur. Tabiî’dir ki, bir idarecinin, bir hocaefendinin, sittîn sene bir yerde vazife yapması beklenemez. Zaman zaman, değişiklikler olacaktır-olmalıdır. Ne var ki, bu değişiklikler, haşin ve hoyratça olmamalıdır. Yıllarca, himmet için hizmetin içinde olan birisini, bir gün aniden kapının önüne koyuyor, bundan sonra işine bak, diyorsunuz, maddî-ma’nevî bütün münasebetlerinizi kesiyorsunuz. Sudan çıkarılmış balıklar gibi, başkaca bir işi mesleği, ailesinden herhangi bir desteği bulunmayan bu insanlar bu yaştan sonra ne yapacaklardır, eşlerine ve çocuklarına ne diyeceklerdir?

Azîz Kardeşim. Bu zemini çok sıkı ta’kip edenlerden birisi Zâtıâlinizdir; Bundan önceki yazılarımda, 1970’li yıların ortalarında, Câmiamızın nasıl büyük bir fitneye ma’ruz kaldığını yazdım. Bulunduğum mevki i’tibariyle bu fitne’nin en baştaki hedeflerinden birisiydim. Elbette çok büyük sıkıntılar çektik, savrulduk, fakat, ısyan etmedik, sustuk, sineye çektik. 1980’li yıllardaki savrulmaların kırgınlıkların, ayrışmaların da bu, büyük fitne’nin, depremin artçıl dalgalarından husûle geldiğini belirtmek isterim.

Devrin Büyüğünün hapisten kurtulmak için pazarlıklar yaptığı, halas için sözler verdiği, iftiradır, bühtandır, çirkin bir yalandır. Devrin Büyüğünün, 12 Eylül 1980 Darbe-i Hükûmetinden i’tibâren ve Sıkıyönetim İdaresince, aranmaya başlandığından başlayarak tutuklama ve da’vâ, hapis ve bihakkın tahliyesine kadar bütün safahatını, günbegün, saat be saat, dakika be dakika, yakinen ta’kip eden ve bir aktör olarak bütün bu safahatın içinde bulunan birisi olarak, Allah’ı şâhid göstererek ifâde ederim ki bu yalandır, şen’î bir iftiradır, bühtandır. Devr’in Büyüğü ve Antalya’daki ba’zı kardeşlerimizin tutuklanmaları ve bir müddet tutulmalarının, haklarında Antalya Ağır Ceza Mahkemesi tarafından mahkûmiyet kararı verilmesinin asıl sebebini öğrendiğinizde, hayretler içinde kalacağınızı tahmin ediyorum.

12 Eylül 1980 Darbesini, 11 Eylül 1980 günü saat 14’de güvenilir bir kaynaktan haber almıştım. İlk işim, Kalem-i Mahsus Müdürü’nü arayarak, derhâl durumu Büyüğümüze bildirmesini, her nerede ise İstanbul’a dönmesini rica ettim. Kalem-i Mahsus Müdürü, Merhûm Mehmed Aktekin, inanmadı, ihtimâl vermedi, Büyüğümüzü durumdan haberdâr etmedi. Başta, güvendiğim, tedbirli olmalarında faide gördüğüm zevâtı da haberdar etmiştim. 12 Eylül 1980 Cum’a günü, gece saat 00:03’de Darbe hareketi başladığında, ilk olarak Merhûme Ablamız, Hadice Bedia Kacar Hanımefendiyi aradım. Ablamız, Büyüğümüzü merak ediyordu. Kendisini teselli etmeye çalıştım. Büyüğümüz, İstanbul Milletvekiliydi. Şu ana kadar milletvekilleriyle alakalı herhangi bir karar yoktu. Bulundukları yerlerde emindiler. Kalem-i Mahsus Müdürü Mehmet Aktekin’i aradım. “Bana birazcık inansaydınız, Büyüğümüz şu anda İstanbul’da evinde olacaktı,” dedim. Kendisinden Büyüğümüzün bulunduğu yeri öğrendim, telefon numarasını aldım ve Büyüğümüze ulaştım. Merak edilecek bir hususun olmadığını, bir gün sokağa çıkma yasağı ilân edildiği, ama, bendeniz, Basın Kartımı gösterip Gazete’ye gideceğimi, orada, telefon’un başında emirlerine muntazır olduğumu bildirdim. Emirleri olursa, kendilerine refakat etmek üzere Cumartesi günü uçakların uçması halinde Erzurum’a uçabileceğimi kendilerine ifade ettim. “Şimdilik gerek yok, ihtiyaç duyulduğunda ararım, yeni bir gelişme olmaz ise dönüşümde ne olur, ne olmaz, beni Yeşilköy Hava Meydanında karşılarsın,” buyurdular mutabık kaldık.

13 Eylül 1980 Cumartesi günü, sabah erken saatlerde Selimiye’deki Sıkıyönetim Komutanlığına gittim. Başta Başsavcı Süleyman Takkeci, Operasyonların başındaki Kurmay Albay Nevzat Boynuyoğun ile görüştüm. Büyüğümüz hakkında herhangi bir arama-tahkîkat ve kovuşturmanın bulunmadığını öğrendim. Büyüğümüzle paylaştım, İstanbul’a dönmesinde bir mânia bulunmadığını ifade ettim. Büyüğümüz İstanbul’a döndüler, kendilerini Yeşilköy Hava Meydanında karşıladım. Beraberce Hâne-i Devletlerine hiçbir sorun çıkmadan ulaştık. Bundan sonra da aylarca hiçbir sorun yoktu. Devrin Büyüğü, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Üyesiydi. Darbeciler, T.B.M.M.’sini lağvettikleri halde, Avrupa’ya şirin görünmek için Avrupa Parlamentosu Türk Grubu üyelerini, harcırahlarını vererek, Avrupa’ya gönderdi. Bu Parlamenterler arasında, Büyüğümüzle birlikte, İçel Milletvekili, Merhûm Cevdet Akçelioğlu, Merhûm Prof.Dr. Ankara Milletvekili, Muammer Aksoy, İsmet İnönü’nün Damadı da olan Kontenjan Senatörü, Metin Toker de bulunuyordu.

Büyüğümüz Avrupa’da bulunduğu sırada, vaziyetten vazife çıkarmaya çalışan ba’zıları, bilmem şu il’in Sıkıyönetimi sizi arıyor, gibi dedikodu yaymaya başladılar. Oysa bendeniz haftanın iki günü Selimiye’deki Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Kumandanlığına gidiyor, buradan bütün Türkiye’deki Sıkıyönetim Bölgelerinin koordinasyonundan sorumluları ile konuşuyor, Büyüğümüz hakkında herhangi bir arama talebinin bulunup-bulunmadığını öğreniyordum.

Büyüğümüz, başkaları muttalî olmasınlar düşüncesiyle, Kalem-i Mahsus Müdürü olan, Merhum Mehmed Aktekin Bey’e, yan binamızda bulunan Büyüğümüzün makamına bendenizi da’vet etmesini, verdiği telefon numarasını çevirip ahizeyi bendenize verince, odadan çıkmasını emretmiş. Aynen öyle oldu. Büyüğümüz, “Ne dersin, Türkiye’ye dönmem hususunda görüşün nedir?” buyurdu. Bendeniz, “Ağabey! Şu ana kadar benim aldığım bilgilere göre Zâtıâliniz için herhangi bir arama kaydı yok. Hem sonra sizler devlet tarafından Avrupa’ya harcırah verilerek gönderildiniz. Ma’kûl bir sürede dönmediğiniz takdirde peşinen zanlı duruma düşersiniz. Benim kanaatim dönmeniz istikâmetindedir. Yalnız bu kanaatim şimdilik, bugün ve bu saat için geçerlidir. Olağanüstü şartlarda yaşıyoruz, bir gün bir saat sonra ne olur Allah’tan başka kimse bilmez-bilemez.” dedim. Bunun üzerine Büyüğümüz, değerlendireceğim, dönüşümü sana bildiririm. Beni Yeşilköy Hava Limanında karşılarsın. Büyüğümüz, döneceği gün ve saati bildirdi. Birisi, otomobili kullanan zât olmak üzere dar bir kadro kendisini dört kişi karşıladık, Hâne-i Saâdet’lerine salimen ulaştırdık.

Demem odur ki, Büyüğümüz darbeden sonra uzun bir müddet herhangi bir sebeple asla aranmıyor, sorulmuyordu. Öyleyse niçin aranmaya başladı, niçin tevkif edildi? Tarihe bir belge bırakmak adına gelecek yazıda hülasa olarak vermeye çalışacağım...