“GURBET’TEN SILA’YA”, REMZİNİ KULLANAN BEYEFENDİYE: 

Bugün geldiğimiz noktada, İmam-Hatip Mektep’leri mes’elesini, meşrep ve orijin mes’elesi olarak görmemeliyiz; Temel mes’ele, sistem veya sistemsizliktir. İmam-Hatip Mektep’leri, 1949 yılında, Tek Parti Mütegallibe Devri’nin Maarif Vekâleti (Millî Eğitim Bakanlığı), sistemi içinde açılmıştı. Devrin Millî Eğitim Bakanlığı sistemi, tamâmen, Lâdîni, materyalist, Darvinist bir sistemdi. Biz, tâ başından beridir, İmam-Hatip Talebe’sine, hoca’larına ve mensuplarına karşı değiliz. Sistem’e karşıyız. İmam-Hatip Mektep’leri ilk açıldığı yıllar’da, yaşına bakılmaksızın, ilkokul me’zunlarını almaktaydı. Daha sonraları 12 yaşını doldurmuş, ilkokul me’zun’larını almaya başladı. Orta kısımları 3 yıl, lise kısımları 4 yıldı. Bu okulların müfredât programları, %90 Tarih, Coğrafya, Fizik, Kimya, %10, Meslekî dersler’den oluşuyordu. Bu şart’larda, daha önce, Kur’ân’ı en azından, yüzünden okumasını öğrenememiş, Zarûrat-ı Diniyye’sini bellememiş birisi, lise kısmında da aynı müfredât ile neyi öğrenecektir?

1950’li yıllarda, yaşına bakılmaksızın, İmam-Hatip Okullarına İlkokul me’zunları alındığı için, hıfzını tamamlamış, Sarf, Nahiv’de belli bir seviye’ye ulaşmış, aralarında metinleri bile okumuş kimseler bu okullara kayıtlarını yaptırmışlardı. Bu yıllar’da, bu talebe bir taraftan mekteplerine devam ederken, diğer taraftan, kitaplarını koltuğunun altına alıp, civarda bulunan ehliyet ve liyâkat sahibi bir hocaefendiye, mahalle imamı’na, veya ciddî tedrisat yapılan bir Kur’ân Kursu’na gidip takviye alıyordular. 

Millî Eğitim Bakanlığı’nda, 4+4+4 Sistemi uygulanmaya başlanıldığından i’tibâren, ilkokul dörtten sonra, İmam-Hatip Orta, dört yıl, Lise dört yıl olarak uygulanmaya başlanıldı. İzâfî olarak, hem bu okulların sayısı artırıldı, hem de bu okullara devam eden talebe arttı. Ne var ki, müfredât değiştirilmediği gibi, bu okullar’da tedrisât kalitesi’nin yükseltilmesi için herhangi bir çalışma yapılmadı. “Normal ortaokul ve lise eğitimi için, İmam-Hatip Okullarını tercih edenler ortaokul ve lise’lerde verilen kültürel ders’ler yanında, Zarûrât-ı Diniyye’lerini ve Yüce İslâm Dini hakkında ba’zı bilgi kırıntılarını da öğrensiler yeter,” deniliyorsa, amennâ! Bu müfredât kâfidir. Ancak, İmam-Hatip Mektep’leri, İlâhiyat Fakülte’leri ve ismi her ne ise, Yüksek Dînî Eğitim verdiği iddiasındaki fakülte ve yüksek okullar, hâlâ, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın tek insan kaynağı ise aslâ kâfî değildir. 

Diyânet İşleri Başkanlığı, Teşkilat Kanununda ta’dilât yapılan 2010 yılında çok büyük bir fırsatı kaçırmıştır. Diyânet Mevzuatında ta’dilat kolay olmuyor. Türk Siyâsî hayatında önemli roller yüklenmiş, eski Başbakan, eski Cumhurbaşkanı, Merhûm Süleyman Demirel, 1977 yılında vekil imam’ların asâlete geçirilmesi çalışmaları zımnında, kendisini ziyâretimizde, “Diyânet Mes’elesi çok çetin mes’ele’dir, Biz hükûmet olarak, bir gece’de, 67 vilâyetin –ki, o tarihlerde Türkiye’de, vilâyet sayısı, 67 idi.- valilerini emniyet müdürlerini değiştiririz. Kapımıza kimse dayanmaz. Ancak, Türkiye’nin herhangi bir yerinde, bir imamı veya bir müezzini bir başka cami’e nakletsek, bütün teşkilat, kasaba ve köy ahalisi kapımıza dayanır,” demişti. Bu bakımdan Diyânet Mevzuatıyla alakalı hiçbir ta’dilata, hükûmet’ler kolay kolay el atmazlar. 

1965 yılında mer’iyyete alınan, 633 Sayılı Diyânet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanu’nunun önemli maddeleri, Anayasa Mahkemesi’nin 18 Aralık 1979 tarih ve E:79/25 K:79/46 sayılı kararıyla iptal edilmiş olmasına rağmen, herhangi bir değişiklik yapılmamıştır-yapılamamıştır. Teşkilat Kanununda, ilk ta’dil, 1977 yılında, Teşkilata bir Olgunlaştırma Dairesi ilâvesiyle, bir de vekil imamların asalete geçirilmesiyle yapılmıştı. Daha sonra en geniş ta’dilat 2010 yılında yapılırken, T.B.M.M.’sinde geniş bir mutabakatla yapılan değişikler sırasında, “Diyânet Akademisi,” kurulma fırsatı kaçırılmıştır. Diyânet Akademisi kurulabilseydi, bu Akademi’ye bağlı olarak, ilk ve orta dereceli okullar da açılabilecekti. Müfredatı Diyânet İşleri Başkanlığı ihtiyaç’ları dikkate alınarak ders programları hazırlanabilinir ve uygulanabilinirdi. 

İmam-Hatip Mektep’lerinin orta kısmı, Osmanlı Eğitim Sistemindeki medrese’lerin orta kısmı, Rüşdiye mektep’lerinin mukâbilidir. Rüşdiye mektep’lerinde, Kur’ân-ı Kerim, yüzünden, Tecvid ve Tashîh-i Huruf kâidelerine uygun olarak okumaları, ba’zı surelerin ezberlenmesi te’min edilirdi. Dinen bilinmesi farz olan ilmihal bilgileri, Zarûrât-ı Diniye öğretirilirdi. Arapça olarak sarf, nahiv’den fiil çekimi, kelime ve cümle yapısı, âmiller, ma’mûller i’râb öğretilirdi. Fıkıh İlmi’nde en az, temrîh ve alıştırma kitabı olarak, Şürrünbilâlî’nin, “Nuru’l-İzâh” kitabı okutulurdu. 

Bunlar, Ulûm-u Dîniyye’nin ve fıkıh ilminin temellerini oluşturur. Çürük temeller üzerine sağlam bina’lar inşâ edilemez. Günümüzde de geçmişte olduğu gibi, İmam-Hatip Mektep’lerinde temeller sağlam olarak atılmadığı için, İlâhiyat Fakülte’lerinde sağlam bina’lar te’sis edilememektedir. 

Bırakınız, İlâhiyat me’zunu talebe’yi, hoca’ları, titri olan İlâhiyât Profesör’lerinin önüne, Kur’ân harf’leriyle yazılmış, harekesiz iki satır koyunuz, eline de herhangi bir lugat’de vermeyiniz ve “Buyurunuz Hocam! Sarf, Nahiv kâide’lerine göre harekelendiriniz ve ma’na’landırınız,” denilse afallar kalırlar!.. 

Arapça metin’leri i’rablaştırmak ve ma’nalandırmak için, temrin-alıştırma yaptığımız yıllar’da, Hoca’mız, Hüseyin Özge Merhûm anlatmıştı. Osmanlı Medrese’lerinde, softa’lar-molla’lar, bir nev’i “staj yapsınlar, öğrendiklerinin pratiğini-tatbikatını yapsınlar,” diye Ramazan aylarında ve hasad mevsimlerinde, ders’ler ta’til edilir, talebe kendi köyü’ne veya civardaki köylere “Cerre” çıkardı. Softa’lardan birisi gittiği köyde, köy ağasının konağında misâfir edilir. Yatacağı oda ve yatak gösterilir, herkes istirahate çekildiğinde, Softa duvar’da bir ibâre görür. Duvarda asılı levhada, Kur’ân harf’leriyle yazılmış, Türkçe-Osmanlıca, “Kürd Kızı İnek Sağar, Terlemiş Me…..leri,” yazılıymış. Softa bu ibâre’nin Arapça bir metin olduğunu zannetmiş, sabah’a kadar i’rablaştırmaya ve ma’nalandırmaya çalışmış, fakat bir türlü muvaffak olamayınca, aynen yazıp medrese’ye döndüğünde hocasına göstermiş. Hocası, A benim Ahmak Oğlum! A benim Softam! Sen her gördüğüm metni, âyet, hadis, Kibâr-ı Kelâm veya Arapça bir metin mi sanıyorsun? diye softayı azarlamış…

Hep kasvet, can sıkıcı, karamsarlık aşılayan mevzu’lardan bahsetmek mecbûriyyetinde kalıyoruz. 

İster misiniz biraz tebessüm edelim?

Hikâye bu ya! Evvel zaman içinde, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizde bir zaman olmuş, nâehil, liyâkat ve ehliyeti olmayanlar, ehemmiyetli mevkilere getirilmişler. Bunlar’dan birisi, liyâkat ve ehliyeti olmadığı halde Rumeli Kazaskerliğine, bir diğeri, Anadolu Kazaskerliğine getirilmişler. Gerçekten Osmanlı âlimlerinden ehil ve lâyık olan bir zât, Rumeli Kazaskerini makamında ziyâret etmiş, Kazasker kendisini, gürül gürül, yanan bir Çin sobası ve hemen yanında korları “Nâr-ı Beyza” gibi olmuş bir mangal’ın ısıttığı geniş bir salonda karşılamış. Âlim olan zât, manzarayı görünce, “En’Nâr-u Fâkihatü’ş-Şitâ,” demiş, Kazasker, cevâben, “Yâ Efendim! Hele hele, Aydın ve Nazillî Mahalli’nin nar’ları olursa, pek hoş oluyor,” demiş… 

Aynı âlim, bir zaman sonra bu kere, Anadolu Kazaskerini ziyaret etmiş ve Rumeli Kazaskerini ziyaretinde olanları anlatmış. Anadolu Kazaskeri âlime ne dese beğenirsiniz?

-Vay! Cahil adam’a bak, “Demek ki, âyet-i Kerime’ye yanlış ma’na vermeye kalkmış… 

Kur’ân-ı Kerim’de, Kalem Suresi’nin birinci âyetinde geçen (Kalem 68/1) ve Huruf-u Mukatta’dan olan, “Nûh”, kelimesinin Kur’ân harfleriyle yazılışını bir çanağa benzeterek, “Buradaki “Nûn” çanağa benzediği için “Hokka” demektir,” diye ma’nalandıran İlâhiyatçı Profesör’ün, hikâyedeki Kazasker’den ne farkı vardır?