LİYÂKAT VE EHLİYYET DEĞİL DE, DİPLOMA ŞART OLUNCA! 

633 Sayılı Diyânet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu’nun alakalı maddesine göre, ihtiyaç karşılanıncaya kadar, her yıl, 2.000 köye kadro verilmesi hükme bağlanmıştı. Siyâsetçi’ler devreye girdiler, Anadolu’nun pek çok yerinde, kuş uçmaz, kervan geçmez, üç-beş hanelik köylere bile, imamlık kadrosu tahsis ettirdiler. Daha önceleri, belli bir nüfusun altında olan yerleşim birimlerine, ya köy hükmü şahsiyeti, ya da köy’deki nüfuzlu kimseler tarafından tutulan görevliler vazife yapmaktaydı. 633 Sayılı Kanun’un ilgili maddesine göre, köy imamlarının, köy, kasaba, şehir fark etmiyor bütün imam’ların, imam-hatip okulu 2. dönem me’zunu, tâliplisi çıkmazsa, birinci dönem me’zunları da olabiliyordu. Kadro var, fakat müracaat eden talip yoktu. 

Niçin tâlip olmuyordular? 

a) İmam-Hatip Okullarından me’zun, birinci dönem, hattâ ikinci dönem me’zunları imamlık yapabilecek ehliyet ve liyâkata sahip değillerdi. Aralarında, Kur’ân-ı Kerim’i, kıraat kâideleri ve tecvid ile okuyabilen çok azdı. Zarûrât-ı Diniyye ve ilmihal bilgileri, fıkıh kelâm hak getire! 

b) İmam-Hatip Okullarında okuyanlar, umûmiyyetle şehir çocuklarıydı. Şehir’lerde doğmuşlar, şehir’lerde büyümüşler, dindar aileler çocuklarını hem tahsillerini yapsınlar, hem de dinden uzaklaşmasınlar, diye bu okullara vermişler. Bu okullar esas’ta Millî Eğitim Bakanlığı disiplini altında olduklarından, günlük hayatta ve ahlâkî davranışlarında, diğer ortaokul ve lise gibi dengi okulların talebesinden farklı davranış içinde değillerdi. Meselâ, namaz kılma alışkanlıkları yoktu, sinemalara giderler, kızlarla arkadaşlık ederler, küçük yaşlarına rağmen babalarını, hocalarını taklid ederek sigara kullanırlardı.  

c) İmam’lık kadrosu verilen köyler’de (ekserisinde), elektrik, su, yol bulunmuyordu. Her türlü medenî imkânlar’dan mahrumdu. Haberleşme mektupla, ulaşım at, katır ve merkeple sağlanıyordu. İmam-Hatip me’zunları, bir taraf’tan ehliyet ve liyâkatları olmadığı için, diğer taraftan şehir’de büyüdükleri, şehir’de okudukları için elbette bu köylere talip olmadılar. Köy’lerine kadro verildiği halde bir türlü imamları ta’yin edilmeyen köylü’ler, il ve ilçe müftülüklerini bastılar. “Köyümüze imam veriniz,” dediler. Siyâsetçileri önlerine kattılar, müftülere her türlü baskıyı uyguladılar. Müftüler, imam-hatip me’zunu, diplomalı tâlipler bulunmadığı için, ilkokul me’zun ve fakat liyâkat ve ehliyet sahibi kimseleri bu kadrolara vekâleten, (vekil imam olarak) ta’yin ettiler. Vekil imam olarak ta’yin edilenlerin hemen hemen, tamamı, Müceddid’in ihdâ, irşâd, ihyâ ve tecdîd sisteminden geçmiş İmam-ı Rabbânî Evlâdıydı. 

1940’lı, 1950’li yıllarda, bizzat Müçtehid’in Rahle-i Tedrisinde okuyanlar, bilvasıta talebe’sinin, İstanbul’da ve Anadolu’nun ba’zı şehirlerinde okuyanlar, Diyânet İşleri Reisliği’nin açtığı, müftülük, vaiz’lik imtihanlarını kazanarak, memleketimizin muhtelif il ve ilçe’lerine müftü, vâiz olarak ta’yin edilmişlerdi. 

1960’dan sonra, İstanbul’da, Zeytinburnu, Kasımpaşa, Büyük Piyâlepaşa, Emincami’i, Çatalca ve Ümraniye’de, Anadolu’da, Alanya’da Tekâmüle alınanlar ise, Diyânet kadro’larında vekil imam olarak vazife aldılar. Kuş uçmaz, kervan geçmez, yolu, suyu, elektriği ve hiç bir medenî imkânı olmayan bu köylere niçin tâlip oldular, niçin gittiler? Zirâ, Müceddid, “her nerede irşâd, ihdâ, ihyâ ve tecdide muhtaç bir Müslüman varsa ona koşmanız onun yanında olmanız lâzımdır,” buyurmuşlardır da onun için koşmuşlardır. 

Müceddid, 1950’li yılların ortalarında, talebe’sinden birisini Ramazan ayında, terâvih namazı kıldırmak va’az’ nasîhatta bulunmak üzere Trakya’daki köylerden birisine gönderir. Henüz, daha Ramazan ayının ilk on günü bile dolmadan, gönderilen Kısıklı’daki Ziyârethâne’ye çıkagelir. Müceddid, merakla, “Hayrola Evlâdım! Yoksa başına bir hal mi geldi?

- Hayır, Efendim. Tâlimatınız üzere köye gittim. Selâm gönderdiğiniz zevâta selâm’larınızı ilettim. Çok memnun kaldılar. Beraberce ve köy’ün gençleriyle birlikte, köy’ün cami’in temizledik, halıları serdik, ibâdete hazır hale getirdik. 

- Pekâlâ! Ya sonra? Efendim Ramazan başladı, ezan okuyorum, salâ veriyorum, fakat, köy’ün nüfusu bir hayli kalabalık olmasına rağmen, az kişi cami’e geliyor, az kişi cemaate iştirâk ediyorlar. Bu durumda ben de burada, fazla kalamadım, döndüm geldim.” der. 

- Müceddid, senin az dediğin meselâ kaç kişi? 

- Efendim, gündüz vakitlerinde on-onbeş kişi kadar, terâvih namazlarında ise, otuz-otuzbeş kişi kadardır. 

Müceddid, yakınında bulunanların ifadesine göre daha önceleri hiç bu kadar celallenmemiştir. Fakat yine de olanca sükûnetiyle: 

- A’be Evlâdım! Cenab-ı Hakk, yeryüzüne, insan’ları hidâyete da’vet etmeleri için nîce Peygamber göndermiş, onlar hakkıyla vazifelerini yerine getirmiş ve fakat bunlardan ba’zılarına, tek bir kişi bile ümmet olmadan, vazifelerini tamamlayıp âhirete intikâl ettiler.” 

- “Şimdi sen, otuz-otuzbeş kişilik bir cemaat bulmuşsun, bu kadar cemaat azdır, diyorsun, nöbet yerini terk edip gidiyorsun.” Yakınlarına bu efendiye kâfi miktarda harçlık veriniz, buyurduktan sonra, “Derhal köye dönüyorsun, vazifene bayrama kadar devam ediyorsun, ve çok Tevbe-i İstiğfâr’da bulunuyorsun,” buyuruyor. 

Aziz Kardeşim Ertuğrul Beyefendi. 

“İhânet”, konusunda kısaca yazdıklarınıza-yazamadıklarınıza, zihninizden geçirdiklerinize aynen katılıyorum. Ömrüm boyunca da, amansız rekâbet ettiğim, daha doğrusu acımasızca bana rekâbet edenler de dâhil, hiç bir kimseye ama, hiç bir kimseye, “yaptığı ihanettir, dolayısiyle bu hâin’dir,” gibi bir kolaycılığa kendimi kaptırmadım. Hizmette üslup farkını, adavet ve ihânet olarak değerlendirenler’den olmadım. 

İhânette ve adavette, moda ifadesiyle, benim “Kırmızı Çizgim,” Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid hakkında ta’n etmek ileri geri konuşmaktır. Bu husustaki kıstasım ise, Müceddid’in şu mübârek sözleridir. “Ben, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’ndan birisinin kesip attığı kör tırnağını dünya’lara değişmem,” 

Hele hele, Haz.Üstazımızın Rahle-i Tedrisinde bulunup, Rû be Rû, Fem-i Saâdet’lerinden ilim ahzetmiş, feyiz almış olanların sayısı, ancak, bir elin parmakları kadar, Ekall-i Kalîl, Ender-i Nâdir kalmışken, hâlâ, ihanetten, irtidat’tan bahsetmeyi de aslâ doğru bulmam. 

Değer’li Kardeşim Sadık Ahmed Beyefendi. 

Bahsettiğiniz Eser’in tüm bilgileri ve belgeleri hazır durumdadır. Rabbim’den büyük dileğim, du’am, ölmeden önce bu eseri kardeşlerimin istifadesine sunmak, Müceddide olan ve aslâ ödenmesi mümkün olmayan borç’larımızdan bir kısmını ödeme gayreti içinde olmaktır. Du’a’larınızı beklediğimi hürmetlerimle arz ederim Efendim. Ta’kip buyuruyorsunuz, son haftalarda kaleme aldığımız, “Yorumcu’lara cevaplar ve mutala’lar,” yazıları bir nev’i Müceddid’in ve İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın İhdâ, İrşâd, İhyâ ve Tecdîd tarihinden safhalar-sayfalardır. 

Pek Muhterem Osman Ertürk Beyefendi. 

Güreş için er meydanına çıkmış, tüy sıklet bir pehlivan gibi, Meydan-ı Celâdette, her türlü tenkide hazırım. Ne var ki, sövme, iftira ve hakaret ihtiva etmesin, iftira, sövme ve hakâretsiz olarak en ağır tenkidler nazikâne kelimelerle ifade edilebilinir. Yorumcu’lardan ba’zıları, husûsiyle, tilmiz’ler “Üstad’ları” hakkında yazılanlara cevap bulamadıkları için nezâket içinde cevap vermek yerine, “yalan söylüyorsun, iftira ediyorsun,” gibi bir sürü kırıcı, acıtıcı ifadeler kullanıyorlar. 

Gerçekten yazılanlar hilâf-ı Hâkikat ise, nelerin gerçeği aksettirmediğini delillerle ortaya koyarsın, “İşte, şu şu sebeplerle yazdıklarını hilâf-ı Hakîkattir,” dersiniz. Gerçekten hataya düşmüş isek, “Hata’dan dönmek fazilettir,” deriz. Hatalarımızı aynı köşe’de i’tiraf eder bu hatamızdan dolayı da üzdüğümüz kimselerden özür dileriz...