Pek Muhterem, “İSTANBULLU”, Remzini kullanarak, yorumlar’da bulunan Kardeşimiz. 

Bu zemin’de, elbette hiç kimseyle münakaşa etmiyoruz. Belki, zaman zaman, “Bârika-i Hakîkat”, tam olarak, açığa çıksın-çıkarılsın, diye ihtilâf ediyoruz. Bu ihtilâflarımız, İnşâ Allah! Hepimiz için geniş ma’na’da, rahmete vesiyle olur. 

Mutlâk Şârî olan Rabbimizin, Allah’ın izniyle Şârî olan Peygamber’imizin, farz, vâcip (amelen farz), Sünneti Müekke’de olarak bizlere teklif buyurdukları ibâdet’ler arasında, kıyâm, rükû, secde ve ka’de (oturma) gibi, şekil şartları da vardır. Bu şartlar ta’lilî değil, teabbüdî’dir. (Yâni, niçin böyledir? Niçin rek’atler birdir de, secdeler ikidir?) gibi hikmetleri sorulmaz. Zirâ, bunlar teabbüdî’dirler, Resûl-i Ekrem salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Namazı beni gördüğünüz gibi kılınız,” buyurmuştur. Namaz’ın, kıldığımız gibi, formel halini de Sevgili Peygamber’imize ve yanında bulunan ashab’a, Allah’ın emri ve izniyle Cibril-ü Emîn ta’rif etmiştir. Zamanın ta’dili ile İslâm’ın sâbiteleri aslâ değişmez, değiştirilemez. 

Hatm-i Hâcegân-i Nakşiyye, bu ma’na’da, formel-şekil şartları belirlenmiş bir ibâdet değildir. İstiğfar ile başlanır, Salâvât-ı Şerifeler okunur, evvelinde ve sonunda, 7’şer olmak üzere, Fâtiha Suresi okunur, Salâvat-ı Şerife okunur, aralarında ise, İhlas-ı Şerif bin adet olarak okunur. Teberrüken Çarşamba geceleri yapılır. Vakit ve mekân şartı yoktur. Abdestli olmak, kıbleye dönmek gibi şartlar da yoktur. Kalabalık cemaatler halinde yapılması da zarûrî değildir. Tek başına bir kişi bile biraz zahmetli olmakla birlikte, yapabilir. 

İstiğfar, Salavat-ı Şerife, Fâtiha-i Şerife, İhlas okumak ferden veya cemaâten bid’at değildir. 

Hem, bid’at, Asr-ı Saâdet’de ve ta’kip eden aledderecât, hayırlı zamanlarda hiç olmayan bir şeyin, sünnetleri ifna için ihdas edilmesidir. İstiğfar varsa, Salâvat-ı Şerife’ler varsa, Hulus-u Kalp ile okunan bir İhlas-ı Şerife’nin, Sülüs-ü Kur’ân, (Kur’ân-ı Kerim’in üçte birisi) olduğunu Sevgili Peygamber’imiz haber vermiştir. Kur’ân okunması veya Kur’ân’dan bir sure’nin muayyen bir sayıda okunması, niçin bid’at sayılsın?... 

İbâdet, Ubûdiyyet, “Abd”, Masdar’ının müştakları olduğuna göre, ibâdet, ubûdiyyet Allah’a kulluk etmek olduğuna göre, zikir, (aynı zaman’da Kur’ân-ı Kerim’dir), Tevbe-i İstiğfâr, tesbîh, tahmîd ve tekbir de bu ma’na’da ibadettir. Ancak, ıstılah’ta ibâdet, formel olarak, şekil şartı, uygulama vakit’leri, bedenî-mâlî, hem bedenî hem de mâlî (Hac ve Umre ziyâreti gibi) olanlara ibâdet denilmektedir. 

Edille-i Şer’iyye’den, Kıyas ve İcma-i Ümmet ile, müçtehid’lerin içtihadı ve o devirdeki Ümmeti Muhammed’in uleması’nın ekserisi’nin ortaya koyduğu şer’î hükümler, hep, Asr-ı Saâdet’den sonradır. 

İslâm’ın ilk yıllarında, Sevgili Peygamber’imiz, İsrail Oğullarının düştüğü hatalara düşülmemesi bakımından, kabir ziyâretlerini men’etmişti. Zirâ, İsrail Oğulları, kabirlerin üzerlerine mescid’ler inşâ etmişler, günümüzde, Doğu Azerbaycan ve Batı Azerbaycan, Şî’î Türk’lerinin yaptığı gibi, kabir’lerin üzerine, medfun olanların dünya hayatında çok sevdiği yemeklerin ve gıda madde’lerinin bırakılması gibi, şirki tedâî ettiren hareketler dolaysiyle, Ashabı’nın da aynı hareketleri tekrarlamaları endişesiyle İslâm’ın ilk yıllarında, kabir ziyaretinden men’etmişti. “Şüphesiz, Ben, sizi kabir ziyaretinden men’etmiştim. Ancak bundan sonra ziyâret edebilirsiniz,” buyurmuştur. 

Asr-ı Saâdet’de kabir ziyareti, ehl-i Kubûr’dan istiâne ve istimdat edilmezdi. Öyleyse, şimdi yapılması bid’attir, denilebilir mi? 

Sevgili Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz: 

- “İşlerinizde hayrete düştüğünüzde, ehl-i Kubûr’dan yardım isteyiniz,” buyurmuştur. 

Asr-ı Saâdet’de olmayan bilahare İçtihâd ile veya başka şekillerde uygulanan ba’zı şeyleri, devrin icâbatından olarak, geliştirilerek uygulamanın bid’at olduğunu iddia etmek, bizleri, Vehhâbî’lerin, İslâm’ın ilk yıllarında vahiy devam ederken, yapılmayan-yapılamayan, henüz daha vahyedilmeyen hususların tatbîkini şirk addeden durumuna düşürür. 

Değer’li, “İSTANBULLU”, Remziyle, 22.10.2017, saat 01.08, 22.10.2017, 01.09, i’tibariyle “Yorumcu’lara Cevaplar!... (3/50, 3/51)” serileriyle alakalı, teşekkür ve temennî’lerinize bilmukabele teşekkür ederim. Efendim. 

Değerli Kardeşimiz Osman KARAMAN Beyefendi, 23.10.2017, saat 14.46 i’tibariyle “Yorumcu’ların Yorumları, (3/51)” serisiyle alakalı olarak aşağıdaki yorumu, daha doğrusu bir konuşmadan alıntıları yazdı. 

Şöyle: “Şu anda birçok insanlar (Pek çok olmalıydı) çıktı, türedi. Bu türedi tipler sünneti, ciddî ma’na’da tartışılır hale getirdiler. Bu tartışmaların özellikle Ülke’mizde yapılması, bizler için ciddî ma’na’da, bir üzüntü sebebidir.. Şunu açık, net söylemek durumundayım, Hoca olmak, ahkâm kesmek yetkisini kimseye vermiyor ve dolaysiyle Sevgili Peygamber’imizin sünnetini tartışma yetkisini de onlara vermiyor. Bu tartışmaları açmak, aslında bir nesl’in ifsadı anlamındadır. Ve bu nesli ifsad etme hakkını da, kimse onlara vermemiştir.” 

Reis-icumhûr, normal, kendi ayarlarına dönmüştür. 

Geçtiğimiz aylarda, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle, muhtelif mahfiller’de yaptığı konuşmalarında, “Biz mezhepçilik yapmıyoruz. Ben Sünnî de değilim, Şiî de değilim, Müslüman olmak bize yeter,”  meâlindeki konuşmaları, “Ellâ Mezhebiyye’yi son derece memnun etmiş, “Hâ işte budur! Görüldüğü üzere, Reis-icumhur da bizim gibi düşünüyor, o da mezhepsizliği iltizam ediyor,” dediler. 

Diğer taraftan, ehl-i Sünnet Mensup’ları, “Eyvah ki, eyvâh! Biz, Reis-icumhur’u ehl-i Sünnet mensubu, birisi olarak biliyorduk. Oysa ki, tam da “Ellâ Mezhebiyye”, mensuplarını ziyadesiyle memnun eden konuşmalar yaptı,” dediler. 

Bendeniz de yazılarımda, “Ben, ne Sünnî’yim, ne de Şiî’yim” demek “Ben mezhebsizim, demektir,” diye yazdım. 

Bunun üzerine, danışmanlarından birisi tarafından bize ulaşıldı. Muhterem Reis-icumhur’un, aslâ mezhepsiz olmadığı, i’tikâden, Mâtürîdî, amelen, Hanefî, tartışılmaz bir ehl-i Sünnet mensubu olduğu, danışmanlar tarafından hazırlanan, İran’ı, İran Şî’a’sını hedef alan tamamen siyâsî bir hitâbe’de geçen “Sünnî, Şî’î”,” ayırımına da i’tibar edilmemesi gerektiğini ifade ettiler. 

Benim, İstanbul, Fatih-Çarşamba’daki İmam-Hatip Okulu’nun orta bölümünde talebe’den birisi olarak tanıdığım, Recep Tayyip Erdoğan, Mezhepsiz olamazdı. Aile ortamında, genç yaşında atıldığı siyâset sahnesindeki, terbiyesi ve münasebetleri dikkate alındığında, aslâ Mezhepsiz birisi olamazdı. Kasımpaşa Camiikebîr, Eminönü Yenicamii ve Arpacılar Camii’ndeki, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerinin va’az ve sohbet’lerini hiç kaçırmayan, gemici, Ahmed Erdoğan’ın, akşam evine döndüğünde, Süleyman Efendi Hazret’lerinin va’az ve sohbetini olduğu gibi aktardığı, Tenzile Hanımefendinin oğulları, Recep Tayyip Erdoğan, Mezhepsiz olamazdı. 

Başbakanlığı sırasında, edebiyyete intikal eden, annesini, daha önce vefat eden ve Kasımpaşa Kulaksız Mezarlığında medfûn, babasını, naklen, Müceddid, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in, -aynı kabristanlıkta daha müsaid yerler bulunmasına ve buralara defnetme imkânı’na sahip olmasına rağmen,- ayak ucuna defnettiren Recep Tayyip Erdoğan, aslâ, Mezhepsiz olamazdı. 

Reis-icumhur, bu hitabelerini, 21.10.2017 tarihinde yapmıştır. Bu hitâbe üzerinden bir hafta geçmişti ki, Diyânet İşleri Başkanlığı, 28 Şubat Post-Modern Hükûmet Darbesi’nden beridir, alışık olmadığımız ve açıkçası hiç de, beklemediğimiz, muhteva’da, bir hutbe hazırlatmış, Gönül Coğrafyamızdaki bütün camii’ler dâhil, Memleketimiz dahilindeki bütün camii’lerde, 03.11.2017 Cum’a günü okutturulmuştur. 

Diyânet İşleri Başkanlığı, Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan bu Cum’a hutbesinde; Âl-i İmran Suresi, 3/31 Âyet-i Kerimesi, ki, Meâl-i Âlisi, “(Resûlüm!) De ki, “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana itaat ediniz ki (bana uyun ki,) Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 

Yine, Nisâ Suresi, 4/59 âyet-i Kerimesi, ki, Meâl-i Âlisi, “Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat ediniz.” 

Ve yine, Nisâ Suresi, 4/136 Âyet-i Kerimesi ki, Meâl-i Âlisi, “Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne iman edin.” tarzındadır. 

Ve, Muvatta’Kader, 3’de, rivâyet olunan bir Hadis-i Şerif’te, Sevgili Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur: 

- “İçinizde, size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu aslâ şaşırmazsınız; bunlar, Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün (Peygamber’inin) sünnetidir.” 

Hutbe Metninde, “Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin örnek hayatını bizlere aktaran sünneti ve hadisleri bütün ümmetin ortak mirasıdır. Peygamber’imize gönülden muhabbet besleyen, O’nun örnekliğini benimseyen yolunda yürüyen her bir mü’min, sünnet ehlidir. Hiçbir kimse ya da zümre’nin kendisini sünnetin tek hamisi olarak görmeye hakkı yoktur. Aynı şekilde sünneti i’tibarsızlaştırmaya ve devre dışı bırakmaya yönelik anlayış ve gayretler de beyhude birer çabadan ibarettir. Unutulmamalıdır ki, Allah Resûlü salla’llâhu aleyhi ve sellem’in sünneti Seniyyesi üzerinden ötekileştirici, ayrıştırıcı bir takım söylemler; Kardeşliğimizi, muhabbetimizi, birlik ve beraberliğimizi zedeleyecektir.” denilmektedir. 

Hutbe’yi hazırlayan arkadaşlar, sünneti devre dışı bırakmak, daha da ileri giderek, Peygambersiz bir din özlemi içinde olan bütün vâsıtaları, Radyo-Televizyon kanalları, sosyal medya ve yazılı matbuatı kullanarak her zemin ve mahfilde, rahatlıkla at oynatırken, sadece bu zemin’de, bıkmadan usanmadan, sünnetleri ve ehl-i Sünneti elimizden geldiğince öne çıkarmamıza ta’rizde bulunmuşlardır. Başta, “Ellâ Mezhebiyye”, olmak üzere, bütün Fırak-ı Dâlle’yi ötekileştirmemizi de hayıfla karşılamışlar... 

Bu hutbe’nin, arîz-amîk, tahlilini bir “CUM’A SOHBETİ”, sohbetinde ve o köşe’de yapacağım. İnşâ Allah!...