“HOCAM,” Remzini kullanarak, 11.09.2017, saat 10.01 i’tibâriyle, yorum yapan Değer’li Kardeşim. Terâvih Namazı’nın, Husûf ve Küsûf (güneş ve ay tutulmaları sırasında kılınan 2’er rek’atlık sünnet namazların, haricinde kalan, sünnet’lerin, bilhassa, mübârek gün ve geceler’de kılınan, nâfile namazların, tesbih ve teheccüd namaz’larının, cemaatle kılınmasının, Tahrîmen Mekruh olduğu, bid’at olduğu hususunda, bütün fukaha’nın ittifakı vardır. İlmî ehliyet ve liyakati bulunmayan birilerinin, ihtilâflarıyla, aklını, idrakini iz’an ve şuurunu kullanarak müçtehid’lerin içtihadına, fukahâ’nın fetvasına uyması gerekenlerin, kendilerini, müçtehid-Fakih’ler yerine koyup, hâlâ ihtilâf etmelerinin hiçbir kıymet-i Harbiyeleri yoktur. 

Zât-ı Muhterem Hoca’mızı, (Nazmi SARIKAYA), Hoca’mızı, Fetevâ Emini, Bahîr, Fıkıh, Âlimi’mizi, şimdiye kadar tanıyamamış olmam, tanışma şerefine nâil olamamış olmam, bu fakir’in za’afıdır. İ’tiraf edeyim, 1957’den beridir, bu kutlu Kervan’ın en arkasındaki Topal Kıtmîr’iyim. Bu Muhterem zât, Bahîr Âlimi’miz’in geçmişi, müktesebatı hakkında, herhangi bir bilgiye sahip değilim. Benim cehlim, benim kusurumdur. 

Ben bu Zât-ı Muhterem’i tenkid etmedim (Sizin ta’birinizle eleştirme safhasına geçmedim) Benim şahıslarla, elbette, Nazmi Sarıkaya Hocaefendiyle de, hiçbir mes’elem yoktur. 

Diğer taraftan, bu hususta, bütün kaynaklarımı gösterdim. Artık, yeni bir kaynağa da ihtiyacım yoktur. Hele hele, Nazmi Sarıkaya Hoca benim için asla, herhangi bir kaynaklık teşkil etmez. 

Bu Köşe, bu sütunlar, Size olduğu gibi, Zât-ı Muhterem, Nazmi Sarıkaya Hocamıza da, açıktır. Bu hususta söyleyecekleri varsa, delillerini, kaynaklarını buyursun ortaya koysun, seve seve neşredelim. 

Ama, Bu Bahîr Âlimi’miz, Fetevâ Emini, “delil de benim, kaynak da benim,” diyorsa, o zaman ona da, kimse i’tibâr etmez... 

“İSTANBULLU,” Remziyle, 11.09.2017, saat 14.56 i’tibariyle yorum yapan Değer’li Kardeşim. Bizim Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’imiz, Üstaz’ımız, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’lerinin en bâriz vasfı, “Müte’şerrî,” Zahir-i Şer’i Şerif’e mutlâk bağlılığıdır. Diğer bütün Turuk-u Âliyye’nin Nihâyeti, bidâyeti olan Zikr-i Hafî Yolunun, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliyye’nin, Saâdât’ından, Silsile-i Zeheb – Silsile-i Saâdât’ın, 33.Halkası, bunlar arasında, 5.Kutbu’L-Aktâb’tır. 

İsmail Hakkı Bursavî, tarîkat noktasında, oradan oraya savrulmuş, nihâyet, ma’nevî sekr halinde Vahdet-i Vücudu esas ittihaz eden, Muhyiddîn İbn-i Arabî’nin arkasına takılmıştır. Edille-i Şer’iyyede, ehl-i Sünnet Akîdesinde, tarîkat meşrebinde git-gelleri olan bir zattır. 

Ruhulbeyân Tefsirine gelince, İsmail Hakkı Bursavî’nin Tefsiri, Fâtiha Sûresinden, Âl-i İmran Suresinin sonuna kadar üç cild’lik bir tefsir iken, ne zaman ve kimler tarafından, Falak-Nas, Surelerine kadar ve 10 Cild’lik hale getirilmiştir? İlim ehli, ilimden zerre kadar nasibi olanlar, bütün bunları tedkik edip, bir tahkîka ulaşmış ise, bir şeyler söyleme hakkına sahip olurlar. 

“USMAN,” Remziyle, 13.09.2017, saat 00.05, Halim Tırnık Kardeşimiz. 13.09.2017, 13,32 yine Halim Tırnık Kardeşimiz, 15.09.2017, saat 18.35 i’tibariyle yaptıkları yorumlarında, kendilerini Ruhulbeyân Tefsiri ve Müellifi, İsmâil Hakkı Bursavî hakkında abanmışlar, kendilerini İsmail Hakkı Bursavî şahsında ifna etmişlerdir. Hâşâ! Dokunulmaz, tenkid edilemez, vahiyle müeyyedmiş gibi, muhteveyatında, pekçok İsrâilî hikâyeler bulunan tefsirini mukaddes bir metin gibi idrak edip, “Eleştireceğiniz şunlar bunlar dururken, sıra, Koca, Ruhulbeyan ve Koca İsmail Hakkı Bursavî’ye mi geldi?” diye soruyorlar. Yukarıdaki paragraf ve bundan sonra yazacaklarımız sizler için de cevaptır. 

Aslında, bu Kardeşlerimize cevabı, yine onlar gibi yorumcularımızdan, “İSTANBUL’LU,” Remziyle yorum yapan, 13.09.2017, 13.32 i’tibariyle, şöyle vermiştir. “Değer’li Kardeş! Mustafa Hocam, ta’kip edebildiğim kadarıyla durup dururken, İsmail Hakkı Bursavî’nin yanlışlarını bir sayıp dökeyim, diye yazmadı. Bu iki yazıyı bir yorumcuya cevap verirken, yorumcunun Ruhulbeyanı kaynak göstermesi üzerine yazdı. Zannediyorum, Ruhulbeyanı’n Fıkhî bir mevzu’u’da, niçin kaynak alınamayacağını misallendirmek istedi. Bunda bir tuhaflık aramamak lazım sanırım.” 

Bu kadar vukuflu bir cevap karşısında, daha başka, ne söylenebilir ki!... 

Benim, reformist’ler, mezhepsizler, başta, şîa ve vehhâbîler olmak üzere, bütün Fırak-ı Dâlle ile nasıl mücadele ettiğimi cümle âlem bilir. Benim mezhepsizlerle mücadele etmediğimi iddia etmek çok büyük bir haksızlıktır. 50 yıldan beridir, va’az’larım, konferans’ların, sohbet’lerim ve yazılarım, ortadadır, Devletimizin arşivlerindedir. 2001 yılından i’tibâren de, yazılarım internet ortamında, herkese açıktır. Böyle bir iddia’da bulunan Kardeşlerim, ya çok küçük yaşlarda, daha öğrenecekleri çok şey var, ya da okuduklarından bir şeyler anlamıyorlar. 

Aziz Kardeş’lerim. “ELLÂ MEZHEBİYYE,” (Mezhepsizlik Mezhebi veya Mezhepsizlerin Mezhebi,) demek olan, bu terkibin patenti (kullanma hakkı) bendenize aittir. 

Ruhulbeyân Tefsirini, vahiyle müeyyed, bir “kutsal metinmiş” gibi i’zam eden Kardeşlerime de, aynı zamanda, bir cevap teşkil etmek üzere, uzun zamandan beridir, yazmayı düşündüğüm, herhangi bir fırsat doğmadığı için, hep tehir mecbûriyyetinde kaldığım, bir hususu burada kayd altına almak istedim. 

Devleti Aliyye’miz’de, Matbaa’nın icadından sonra, en fazla kitap neşritab’ı, Sultan 2.Abdülhamîd Han Hazretlerinin saltanatı döneminde yapılmıştır. Günümüzde, Medar-ı İftiharımız, Kadîm Kütüphane’lerimizin raflarını süsleyen, kitap’ların, hemen hemen, hepsinin arka sahife’lerinde, Gazî Sultan Abdülhamid-i Sânî Han zamanında basıldığına dâir kayd düşüldüğünü görürsünüz. 19.Asr’ın sonlarında ve 20.Asr’ın başlarında, muhtevâsı, neredeyse, tamamen İsrâiliyyat hikâyelerinden oluşan, “Dürretü’L-Vâizîn, Gurretü’n-Nâsıhîn,” gibi mev’ize kitapları neşredilmiştir. Bu kitaplardan birisinde, sadece, “Ruviye,” diye başlayan, kim rivayet etmiş? Kimden rivâyet etmiş? Hangi tarik ile rivâyet edilmiş? Kimden alınmış? Hiçbirisinin cevabı yok. Belli ki mevzu hadis dediğimiz, uydurma bir hadis. Deniliyor ki, vakit namazı kazaya bırakan, daha sonra kaza etmiş olsalar bile, kaza’ya bıraktıkları beher rek’at için, ahiret senesiyle –ki, ahiret senesi’nin bir günü, dünya senesinin ellibin senesine denk’tir.- Seksenbin sene cehennemde yanacaklardır. Kırk yaşında namaza başlayan birisini düşününüz, 12 yaş, istisna edilirse, 28 sene hiçbir vakit namaz kılmamış, hepsini kazaya bırakmış, dijital, elektronik hesap makineleri bile, cehennem’de yanacağı müddeti hisaplamaktan aciz kalır. Pekiyi! Bu durumu neyle ve nasıl izah edeceğiz. 

Ehl-i Salîp devletleri, görmüşlerdir ki, Türkiye’mizde ve gönül coğrafya’mızda, ehl-i Sünnet Akidesi zayıflatılmadıkça, Türkiye ile baş etmek mümkün değildir. Doğrudan-cepheden, taarruz ile bu mümkün olmadığına-olamayacağına göre de, kale içeriden feth edilmeliydi. Osmanlı’da, 1839’da, ilân edilen Tanzimat ile birlikte, Mısır’daki, “CÂMİATÜ’L-EZHER,” (Ezher Üniversitesi), masonlar tarafından işgal edilmişti. Bu tarihten sonraki, bütün Ezher şeyh’leri yâni, Üniversite rektörleri hep masonlardan seçilmişlerdir. Bu üniversite de, eğitim gören reformist Müslümanlarla, Cizvit papaz’ları, başta Türkiye olmak üzere, muhtelif kisveler tahtında, İslâm Ülkelerine dağıtıldılar. Türkiye çeşitli kisveler altında gönderilen Cizvit papazlarından her biri, en az, bir İslâm âlimi gibi, sarf, nahiv, mantık, belâgat, fıkıh, Usûl-ü Fıkıh, hadis, Usûl-ü Hadis ve tefsir ilimlerine vakıftılar. 

İşte böylesine eğitilmiş Cizvit papazları vasıtasıyla, İslâmî eserlere tedâhüller sonrası, yukarıda misalini verdiğim gibi, pek çok İsrâiliyyat, İslâmî eserlere yerleştirilmiştir. 

Kısaca, bir Hatıramı burada nakletmek isterim: 

İstanbul-Eminönü, Sultanhamam-Mahmud Paşa’da, Küçükhacı Cami imamı, “Uncu Kemâl,” diye ma’rûf bir zât idi. Müteşeyyih idi. Az da olsa, muhtelif yerlerde, müridleri vardı. Bir Pazar günü, mürid’leri kendisini, Zeytinburnu, Şabanağa Camii’ne da’vet etmişler. Va’az’ında, “İki melek Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunmuşlar, “Rabbimiz, Yeryüzünde Zâtının halifesi olarak yarattığın insanlar, sana ısyan ediyor, kan döküyor, yeryüzünü fesada uğratıyorlar. Oysa ki, bize de, onlar gibi, Nefs-i Emmâre versin, şeytanı da üzerimize musallat kılsan bile yine de, sana ısyan etmeyiz, Rabbim bizi yeryüzüne gönder demişler. 

İsrailî bir hikâye ya! Hâşâ! Cenab-u Hakk, yeryüzüne inmelerine izin vermiş, ayrıca, kendilerine, Nefs-i Emmare ile, Şeytanı da musallat kılmış, melek olmaktan uzaklaşmışlar, birer beşer olarak yeryüzüne, Bâbil Şehrine indirilmişler. İlk gece, Babil’in eşrafından, zengin bir adamın köşküne misâfir edilmişler. Akşam yemeğinde, içki içmişler, sarhoş olunca, hâne sahibinin eşine tasallut etmişler, adam karşı koymaya kalkınca da, adamı öldürmüşler. Kendilerine Nefs-i Emmâre ve şeytan musallat kılınınca, yeryüzüne indikleri ilk gece’de, şarap içerek, zina ederek, cinayet işleyerek üç kebireyi (üç büyük günahı) birden, irtikap etmişler. Falan-filan..

Cemaat’in arasında bulunan bir hocaefendi, i’tiraz etmiş “Böyle bir şey yok, olamaz, söyledikleriniz doğru değildir,” demiş, cami içinde bir kargaşa husule gelmiş, müteşeyyih’in mürid’leri hoca’larının etrafında, cemaatin kâhir ekseriyyeti, hocaefendinin etrafında toplanmışlar. Mahalle’de, hoca’nın azımsanmayacak kadar hemşehir’li’leri vardır. Hoca buradakileri hemşehir’li’lerini ziyâret maksadıyla bu camiî’de bulunuyordu. 

Camii’de, Mahalle’nin muhtarı da, cemaatin arasındaydı. “Durunuz! dedi, camii’de, kargaşa’ya lüzum yok, mâdem hocaefendi, diğer hoca’nın söylediklerini yanlış buluyor, kabul etmiyor, biz kendisinden rica edelim, gelecek Pazar günü teşrif etsinler, doğrusunu bize anlatıversinler,” demiş, muhtar’ın teklifi cemaat tarafından uygun bulunmuş, hocaefendi’ye, “Hocam! Hafta’ya buyurunuz, mes’ele’nin aslını bir de, sizden dinleyelim,” demişler. 

Hocaefendi geldi, şaka yollu, “Hocam! Ocağına düştüm,” dedi ve hikâye’yi tafsilatıyla anlattı. Bana yardım et, çok iyi hazırlanmam lazım,” dedi. Tetkikatım sırasında, Kütüphânem’de bulunan, Rahleboy Mushaf-ı Şerif’ler eb’adında, 4 Cild’lik, “TESFİR-Ü HÂZİN,” vardı. Sihir’le nübüvvet’in farkını insanlara-İsrailoğullarına, öğretmek için Bâbil’e gönderilen iki meleğin kıssa edildiği, Bakara Sûresi’nin, 102 âyet-i Kerimesi’nin tefsirine baktığımda, ne göreyim? Müteşeyyih Efendi’nin anlattığı, İsrailî hikâye maalesef, aynen Tefsir-ü Hâzin’de derc edilmişti. 

Dörtyüz yıllık, Arabî bir tefsir’de, Kur’ân’a, Sahîh Hadislere, bütün İslâm akîdesine uymayan, İsrâilî bir hikaye, nasıl girmişti? 

Hayretler içerisinde kaldım, söz konusu tefsiri, semtimizin fırını’nın külhahında, hiçbir iz kalmadan bütünüyle ifnâ ettim. 

Kim bilir? Daha ne kadar, mu’teber addettiğimiz, başka eser’ler’de bu kabîl İsrâilî hikayeler mevcuddur?!...