Pek Muhterem Ali Osman Beyefendi. 16.08.2017 22:23 saati i’tibariyle yaptığınız yorumun cevabı ve mutala’a: Herkesin bildiği, daha doğrusu bilmesi gereken bir yalın hâkîkati, bir def’a daha teârüz ettirdiğiniz için, bilmukabele bendeniz de sizlere teşekkürlerimi arz ederim. 

Değer’li, OSMAN KARAMAN Beyefendi: 17.08.2017 saat 13.49 ve 18.08.2017 saat 10.28 i’tibariyle yaptığınız yorumların cevabı ve mutala’alar: Değer’li Kardeşim. Ben, Hazreti Üstaz’ımıza izâfe edilen metinler’de 40 yıl ile alakalı bir şey görmedim dedim. Aslâ “Hazretimiz böyle bir şey söylememiştir,” demedim. Elbette, Muhbir-i Sâdık’ın verdiği, Haber-i Sıdk karşısında, boynumuz kıldan incedir. Ayrıca, verdiğiniz bilgi’de, Merhûm Büyüğümüzün, “Acaba bu beyanı zîhirî ma’nasıyla mı anlamak lazım yoksa farklı şekillerde te’vil imkânı var mıdır, onu Allah bilir,” şeklinde mutala’a’da bulundu,” diye bir şerh mevcuddur. 

İşte benim tam da söylemek istediğim buydu. İfade buyurduğunuz gibi, bu konuşmanın yapıldığı, 21 Haziran 1992 tarihinde, Hazretimizin Tasarruf-u Hakîkî ve bâtınî’ye geçişinin üzerinden henüz, 33 yıl geçmişti, daha 40 yıl müddeti olmamıştı. 40 yıl dolduğunda, 16 Eylül 1999’da, Merhûm Büyüğümüz hayatta idiler. 40 yıllık müddet dolmuş olduğu halde, yeni bir sahibizaman, müceddid ve Mürşid-i Kâmil, Sell-i Seyf etmediğine ve Haz.Üstaz’ımızın tasarrufu, bitemâmihâ ve bikemâlihâ devam ettiğine göre, demek ki, 40 yıl, zahirî ma’nasıyla değil, ifade ettiğimiz gibi, kesretten kinaye olarak, “Bizim Tasarrufumuz daha çok uzun yıllar devam edecek,” olarak kullanılmıştır. Bırakınız 40 yılı, aradan geçen, 58 yıla rağmen, hâlen, Haz.Üstazımızın tasarrufunun devam etmesi, zâten ifade ettiğimiz görüşün en bâriz te’yididir. Zannederim bu mes’ele artık tam vuzuha kavuşmuştur. Gerisi Lâf-u Güzâftır. 

Pek Muhterem Abdullah Birkul Remzini kullanan Kardeşimiz, 17.08.2017 - 15.22, 17.08.2017 - 15.28, 17.08.2017 - 15.38 saatleri i’tibariyle yaptığınız yorumların cevabı ve mutala’alar: 

Değer’li Kardeşim. Tedrisat’ın ve hizmetlerin başladığı, mahrûmiyyet yıllarıyla, günümüz imkân ve şartlarının mukâyese edilmesi, “önde gidenlerin olduklarından fazla büyütülmeleri, i’zam edilmeleri, sonradan gelenlerin de, küçümsenmeleri ve hafife alınmaları ma’nasına gelmez. Ne “Önde gidenlerin i’zâm’a ihtiyaçları vardır, ne de sonradan gelenler küçümsenmeye, tahfife lâyıktırlar.” Doğrudur, hepimiz, ifrat ve tefrit’den kaçınmalıyız. Zira, “Bizler Ümmet-i Vasat,” olmak durumundayız. Yüce Dinimiz, mensubu olmakla, dâima, iftihar ettiğimiz, Zikr-i Hafî Yolumuz, Tarîkat-i Âliyye-i Nakşibendiyyemiz, sevgi-saygıyı her şeyin önünde tutar. 

Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ve onun Ashabı’nın yolu demek olan, ehl-i Sünnet akîdesine şahsî ihmalimiz ve kusurlarımız yüzünden en küçük bir helâl getirmemeliyiz. 

Bu zeminde Kardeş’lerimizin 40 yılı mes’elesini tartışmaları çok faideli olmuştur. Bu tartışmalar neticesinde, Haz.Üstaz’ımızın Tasarrufunun aradan geçen 58 yıla rağmen, hâlen, bikemâlihâ ve bitemâmihâ, devam ettiği, ayan-beyân hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde ortaya çıkmıştır. Kimi tevâkuş’ların, “Hazretimizin tasarrufu, irtihâlinden i’tibâren, 40 yıl daha devam edecek, ondan sonra, yeni bir mürşid, yeni bir müceddid gelecektir, ya da, Hazretimizin Tasarrufu, intihalinden i’tibâren, 40 yıl daha devam edecek, ondan sonra da herhangi bir müceddid ve mürşid gelmeyeceğine göre, kıyâmet vuku bulacaktır,” tarzındaki yorumlar ve beklentiler, tamâmen boşa çıkmıştır. Selâm, hidayete tâlip ve tâbi olanların üzerine olsun!... 

Pek Değer’li, “Abdullah Birkul,” remzini kullanan Kardeşimizin, 20.08.2017, saat 10.32, 10.35 i’tibariyle yaptığı yorumun cevabı ve mutala’a: Değer’li Kardeşim. Bizim, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid hakkında zerre kadar şüphemiz yoktur. 40 yıl ile alakalı olarak yapılan tartışma (Müsâdeme-i Efkâr), dünya’da, tek bir kişinin ile, bir şekki, zerre kadar şüphesi varsa, onun izâlesi içindir. Zirâ, zamanı’nın sahibini, mürşid ve müceddidini bilmeden-öğrenemeden vefat edenlerin, “cahiliyye üzere,” vefat ettikleri bilinmektedir. Elbette birincil vazifemiz ifade buyurduğunuz gibi, sünnet’lere tam tetebbû, bid’atlerden hazer etmektir. 

Ertuğrul Kardeşimizin, 20.08.2017 ve saat 23.00 i’tibariyle yaptığı yorumun cevabı ve mutala’a: İltifat ve cesâretlendirmeniz için kalbî teşekkürlerimi kabûl buyurun. Tenvir edici Yorum’larınıza devam buyurunuz. Aziz Kardeşim. Bu kadar fıkhî ve tasavvufî delillere rağmen, hâlâ, tevessül ettikleri bid’atler için, bir mesağ aramaya kalkmaları anlaşılır, gibi değil... Bir türlü, anlamayanlara-anlamak istemeyenlere de, anlatıncaya kadar bizler vazifemize devam edeceğiz. 

Pek Muhterem, Erhan Yıldız Beyefendi’nin, 21.08.2017, saat 07.01 i’tibariyle yaptığımız yorumu’na cevap: Bahsettiğiniz zat’ın yazılarını okuyup, gerekiyorsa görüş ve mutala’alarımızı bu sütunlarda neşrederiz. Bu zemine, tenvir edici katkılarınızı beklerim. 

Pek Değer’li “HOCAZÂDE,” Remzini kullanan Kardeşimiz. 19.08.2017 saat 20.22 i’tibariyle yaptığınız yorumun cevabı ve mutala’a: Doğrudur; Silsile-i Zehep-Silsile-i Saâdât’ın, 32.Halkası, Haz.Üstaz’ımızın Surî ve Zâhirî Mürşidi, Salahaddin Sakıp İbn-i Mevlânâ Sircüddîn (k.s.) Efendi Hazret’leri, aynı zamanda, Sultan 2. Abdülhamîd Han Hazret’lerinin de mürşidi idi. Sadece, 1908, 31 Mart Vak’a’sında, 2.Meşrûtiyet Meclis’inin, Meclis-i Meb’usan’ının hal kararının, hal fetvasının, Sultan Abdülhamid-i Han Hazretlerine tebliğ edildiğinde, Yıldız Saray’ında yanında değil, İlk Cülûsunda, Eyüp Sultan’da Kılıç Kuşanma Merasiminde de, Yıldız Camii’ndeki Cum’a Selâmlığı sırasında, Ermeni’ler tarafından bombalı su-i kasd sırasında da, Sultan Abdülhamid’in yanı başında bulunuyordu. Yıldız Camii’nden çıkışını, 4 dakika kadar tehir ettiren ve bombadan kurtaran da o’dur. 

Salahaddin Mevlânâ İbn-i Sirâcüddîn (k.s.) Efendi Hazret’leri 1908’de, İstanbul’u teşriflerinde, Haz.Üstaz’ımız henüz, 20 yaşında, Medrese talebesinden birisiydi. Salahaddin Mevlânâ İbn-i Siracüddin (k.s.) Efendi Hazret’lerinin 1910 yılında, bir kerre daha, İstanbul’u teşrif buyurduğu, İstanbul’dan Hicaz’ı ziyaret ettiği, oradan memleketine avdet buyurup orada İrtihal-i Dâr-ı Bekâ eylediği bilinmektedir. 1910 yılında, Hazretimiz, 22 yaşında, yine Osmanlı Medreselerinde talebe’den birisiydi. 

Hazreti Üstazımız, Seyr-i Sülûkü’nü, Sûrî ve Zahirî Mürşidi, Salahaddin Mevlânâ İbn-i Sirâcüddin (k.s.) Efendi Hazret’lerinin, ma’nevî terbiyesi tahtında tamamlanmış, Üstazı kendisindeki ma’nevî ve ruhî iştah ve isti’dât karşısında, “Süleyman Oğlum! Ben, bende olan her şeyi verdim. Bundan sonra, sendeki iştaha ve ma’nevî isti’dât karşısında, ben aradan çekiliyor, Seni, doğrudan, Üveysî olarak, Nisbet-i Ma’neviyye – Nisbet-i Rûhiyye ve Nisbet-i Bâtıniyye ile, bir önceki Kutbu’L-Aktâb, İmam-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî, Ahmed-ü Farûk es-Sirhindi (k.s.) Efendi Hazret’lerine raptediyorum,” buyurmuştur.  

Böylece, Haz.Üstaz’ımız, Nasib-i Ezelisiyle ve Tensib-i İlâhî ile Silsile-i Zehep – Silsile-i Saâdât’ın, Salahaddin Mevlânâ İbn-i Sirâcüddîn (k.s.) Efendi Hazret’lerinden sonra, 33. Halkası olarak, Divânüs’-Sâlihîn ve Meşhed-i Â’zam Meclis’lerinde, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Sahibizaman ve devrin Müceddidi olarak ta’yin ve tensip buyrulmuştur. Diğer taraftan, Nisbet-i Ma’neviyye – Nisbet-i Rûhiyye ve Nisbet-i Bâtıniyye ile, intisap ettiği, Hicrî İkinci Bin’in Müceddidi ve son Kutbu’L-Aktap, İmam-ı Rabbânî, Ahmed-ü Farûk es-Sirhindî’nin, taht-ı İrşâdında, kutup ötesi, Kutbu’L-Aktab’lık Makamı için, kat’etmesi gereken bütün makamlara uruç için, bütün mertebe ve derecât için Seyr-i Sülûkü’ne devam ediyordu. 

Hazreti Üstaz’ımız, bir taraftan Ma’nevî makam, mertebe ve derecatı kat’etmek için Seyr-i Sülûkü’ne devam ederken, diğer taraftan, devrinin en büyük zahirî ilimler derecesine ulaşmak için, zâhirî ilimlerin tahsiline de devam ediyordu. İslâmî ilimlerin tamamından, Fatih Dersiam’larından ve devrin Meşhûr âlimlerinden, Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’den icâzet aldıktan sonra, Dâru’L-hilâfet-i Aliyye Medrese’leri, Kısm-ı Âlî (Sahn) medresesini bitirdi. Bugünkü karşılığı, Lisanüstü, doktora-Akademisyenlik yapmak üzere tedrisat müddeti üç yıl olan (Medresetü’l-Mütehassisîn’in), Süleymaniye Medresesi’nin, tefsir ve hadis kısmını teklifi üzerine, Sultan Mehmed Vahîdüddîn tasdiki ile, İstanbul Müderrisliği ve Ruûs’luk unvanı verildi. Bütün bu tedrisat müvacehesinde, Medresetü’L-Kuzât’ı da bitirip, “Kadî’lik unvanına da sahip olmuştu. Medresetü’l-Mütehassisîn’den me’zun olduğunda, Salahaddin Mevlânâ İbn-i Sirâcüddîn (k.s.) Efendi Hazret’lerinin irtihalinin üzerinden, 9 yıl geçmiş olup, tarihler 1919’u gösteriyordu. 

Bu tarih’ten Medrese’lerin kapatıldığı, 03 Mart 1924 tarihine kadar en yüksek medrese’de, Süleymaniye “Sahn-ı Seman” Medreselerinde, tefsir ve hadis Müderrisi olarak bulunmuştu. 

İmdi! Bütün bu tespitler’den sonra, 

Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Kitap’larında ve Büyükdoğu Dergisindeki yazılarında, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerinin, irşâd, ihda ve tecdîd vazifesine, fiîlen, 1936 yılında başladığını yazdı. 

Bab-ı Meşîhatta, İstanbul Müftülüğü Bünyesinde bulunan, “Meşîhat Sicilliyatında,” bulunan bir kısım belge ve vesika’lardan, bilistifade, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri hakkında, bir serî tefrika hazırlayan ve bu tefrikayı, Yenişafak Gazetesi’nde neşreden, Sadık Albayrak bu tefrika’da, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerinin irşâd ve ihda-tecdid faaliyet’lerine, fiîlen, 1936 yılında başladığını yazdı. 

Muhterem Büyüğümüz, bu yazıların yazıldığı zaman, henüz, hayatta idi ve bu yazılara muttalî olmuştu. Fakat kendilerinin herhangi bir i’tirazlarına şahid olmadık. 

Bilakis, Bizzat kendilerinden, “1936 yılında, Kendilerinin, 19 yaşında, Galatasaray Lisesini bitirdiğini, Babasının, Yüksek Öğrenimi için Amerika’da veya Avrupa’da, dünya çapında, bir üniversite’ye göndermek istediğini, fakat, kendisinin Allah’ın lütfu, Nasib-i Ezelî’si ve tensib-i İlâhî ile, Haz.Üstaz’ımızı, irşâd, ihda ve tecdîd vazifesine, fiîlen başladığı, 1936 yılında, bulduğunu, kendisine hemen kapılandığını, bir daha asla Yüksek Öğrenimi filan düşünmediğini, def’aatla, duymuştuk. 

Hazreti Üstaz’ımızın, irşâd, ihdâ ve Tecdid vazifesine fiîlen, 1936’da başladığını kabul edersek, mürşidi’nin irtihali ile, vazife’ye fiîlen başladığı tarih arasında, 25 yıllık bir boşluk ortaya çıkar. Halbuki, müceddidsiz ve sahibi olmayan bir zaman sözkonusu edilemez. 

Diğer taraftan, Âdetü’llah, Sünnetü’llâh odur ki, Hazreti İsa ve Hazreti Zekeriyya istisna edilirse, bütün Peygamber’lere, nübüvvet ve risâlet vazifesi kırk ve üzeri yaşlarda tevdî edilmiştir. Yine, Sünnetü’llâh ve Âdetü’llâh gereği, Vâris-i Nebî’lere de, verâset, irşad, ihdâ ve Tecdid vazifeleri de, kırk ve üzeri yaşlarda tevdi edilir. (“Hocazâde,” Remziyle yorum yapan Değer’li Kardeşimiz’e, cevaplarımızın bir bölümü İnşâ Allah! Gelecek hafta...)