Pek Muhterem, OSMAN KARAMAN Beyefendi Kardeşimiz: 

Aziz Kardeşim. “Hazreti Üstaz’ımızın ve Merhûm Büyüğümüz Kemal Beyağabeyin günlük hayatlarından hatırât paylaşmanızı hasseten istirham ediyorum,” buyuruyorsunuz. 

Çok haklısınız. Bugüne kadar, ben bu hatıratı, günlük hayatın içerisinde, tabiî, herkesin söylemesi, yapması gereken, alelâlede, hâdisat olarak değerlendiriyor, yazıya dökmeyi, nakletmeyi zâid zannediyordum. Ama, irşâd ve ikazınız üzere, düşündüm de, onlar neler yapıyordu, bizler nelerin peşindeyiz. Onlar, neredeydiler, biz’ler neredeyiz. Ba’zı hatıratı kayd altına alıp, Tarihimize ve gelecek nesillere intikal ettirme’nin, vazifemiz olduğuna karar verdim. 

İnşâ Allah! Bundan böyle, fırsat buldukça, diğer mevzular yanında, başta Haz.Üstazımız ve Ağabeyimiz olmak üzere, kendilerinden ba’zı hâtıratı aktarmak suretiyle, ibret alınması ümidiyle nakledeceğim. 

Hazreti Üstaz’ımızın ilk bağlı’larından, Kayseri’li Merhûm, Hacı Refik Bürüngüz, Karadeniz’li, Boğaziçi’nin, meşhûr, armatör’lerinden, aynı zamanda, dünürleri, Taviloğlu ailesinden birinin vefatı üzerine, Efendi Hazret’lerinden izin alıp-haber vererek, Fatih Camii’nde kılınacak cenaze namazına katılacağını söyler. Efendi Hazretleri, kendilerine herhangi bir şey söylemez-sormaz. Hemen Köşkün karşısında bulunan, Konyalı Köşkü’ne geçer. Orada bulunan talebesinden ba’zılarına, “Hazırlanın! Çocuklar! Karşıya geçiyoruz, Fatih Camii’ne gidiyoruz. Orada, Bizim, “MERHABÂ!” dediğimizin, “MERHABÂ,” dediği, birisinin cenazesi vardır, onu teşyî edeceğiz,” buyurur. Talebesiyle birlikte Efendi Hazret’lerinin Cenaze namazına katılması, başta, Taviloğlu Ailesi olmak üzere, Hacı Refik Bürüngüz’ü, aile yakınlarını, cenazeye katılanları ve Fatih Camii Cemaatini, ziyadesiyle memnun ediyor. O tarihler, henüz, daha, günümüz’de olduğu gibi, Belediye’nin cenaze imamları yoktu, cenaze namazlarını ya cenaze namazının kılındığı Camii’n imamları, aile’nin yakınları veya hürmete lâyık Muhterem bir zât kıldırırdı. 

Fatih Camii İmamı, Efendi Hazret’lerini görünce, teberrüken, Cenaze Namazını kıldırmasını istirham eder, Efendi Hazretleri, Cenaze Namazını kıldırır, akabinde, orada bulunanların tamamını gözyaşlarına boğan, mü’essir ve çok feyizli bir du’â’da bulunur. 

Haz.Üstazımız, beraberindekilerle birlikte, Kısıklı-Üsküdar, Tramvayla 40 dakîka Üsküdar-Galata Köprüsü, vapurla 35 dakîka, Bahçekapısı-Fatih yaklaşık 40 dakîka üç vasıta değiştirerek, gidip, yine üç vasıta değiştirerek dönmüştür. Genç’ler için bu gidiş-dönüş, fazla bir şey ifade etmeyebilir. Fakat, 70’ine yaklaşmış, ileri derecedeki Şeker-Diyâbet sebebiyle çok ciddî rahatsız birisi için, çok şey ifade eder. 

Hâlen, bugün bile internet ortamında dolaştırılan, “İşte bunlar başkalarının arkasında namaz kılmazlar, sadece, kendi aralarında evlenirler, Cum’a namazlarını bile sadece kendi yurt’larında kılarlar, şöyle takke takarlar vb.” gibi, “Algı Operasyonu,” deniliyor. Muhtelif çevreler, aslı-astarı olmayan şeylerle Nezîh Câmia’mızı töhmet altında bırakmak istiyorlar. Muhtelif zeminlerde, aynı itham ile karşı karşıya kaldığımda, kendilerine yukarıdaki hatıratı anlattığım’da, “Fe Bühitellezî Kefer,” (Kâfir susmak zorunda bırakılmıştır), sırrı tecelli ediyor. Susmaktan ve takdîr etmekten başka yolları kalmıyordu. 

Hazreti Üstaz’ımızın bu tavrı, o kadar takdîr edilmiş ve beğenilmiştir ki, konferans’lara mevzu edilmiş kitaplara aktarılmıştır. Hal-i Hayatında kendisiyle müşerref olmuş ve bizzat kendisi tarafından takdir olunmuş bulunan, Muhterem Büyüğümüz, Gazetecilik ve Neşriyat hayatında, 70 yılını çoktan doldurmuş bulunan, Abdullah Işıklar Ağabeyimiz, “Türkiye’yi Aydınlatanlar,” adlı kitabında, Haz.Üstaz’dan ve bu hatırattan sitayişle bahsetmiştir. 

CANIM EFENDİM! BUNDA NE VAR? HERKES BİR CENAZE’YE KATILABİLİR! diyebilirsiniz. Peygamber’imiz, salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, bir Hadis-i Şerif’lerinde, “Bundan sonra yaşayacaklar daha pek çok şeyler görecekler,” buyurmuştur. Bizler de, Haz.Üstaz’ımızın, Ebediyyete intikalinden, Tasarruf-u Bâtînî ve Tasarruf-u Hakîkî’ye geçişinden sonra, çok şeyler gördük, çok şeylere şahid olduk. 

Hiçbir ma’zereti bulunmamasına rağmen, en yakınlarının cenazesine, meselâ, bacanağı’nın cenazesine katılmayan büyükler gördük. Ağabey’inden, ve bu arada, Haz.Üstaz ve ailesine duydukları derîn hürmet sebebiyle, cenaze’ye katılmak üzere, Ankara’dan ve Yurdumuzun muhtelif yerlerinden, İstanbul’a müteveccihen, hareket eden, siyasetçilerden, Sivil Toplum Kuruluşu Lider’lerinden, Annesi’nin cenazesini, ikindi vaktini beklemeden, kıldırıp kaçıran büyüklerimize şâhid olduk. Dayısının Cenazesini, bir başka dayısından ve cenaze’ye iştirâk etmek isteyen binlerce kişiden kaçırarak, vaktinden önce cenaze namazını kıldıran Büyük’lerimize şahid olduk. 

Aklı başında, müdebbir, ba’zı ağabeyler olmasalardı, bir başka Ağabey’in cenazesi, binlerce kişiden kaçırılarak, vaktinden önce defn edilecekti. 

Hazreti Üstaz’ımız nerede? Bizler neredeyiz?!... 

Bunları, bundan sonra bu kabil hata’ların tekrarlanmaması için yazıyorum. Yoksa, kimseyi tenkîd etmek ve kimseyi üzmek gibi bir niyetim yoktur. 

BİR HATIRA DA, MERHUM, BÜYÜĞÜMÜZ, CENNETMEKÂN BEYAĞABEY’DEN: 

1981 Yılının Temmuz ayı idi. 12 Eylül Hükûmet Darbesi’nin üzerinden neredeyse 10 ay geçmişti. Devr’in Diyânet İşleri Başkanı, Dostumuz, Dr. Tayyar Altıkulaç Bey, telefon etti. “Edirne’ye, Kırkpınar Güreşleri’ne gideceğim. Müsâid ise’niz İstanbul’dan sizi de alayım. Beraber gideriz, uzun bir zamandan beridir, görüşemedik. Bu vesile ile görüşür, uzun sohbette bulunuruz,” dediler. Bendeniz, ma’zeret beyan edip, Edirne’ye gelemeyeceğimi, dönüşlerinde lütfeder telefonla haberdar ederseler, uygun bir yerde görüşebileceğimizi ifâde etmiştim. 

Dönüşlerinde aradılar, İstanbul-Taksim’de, Vakıflara aid, misâfirhâne’de, buluştuk. Kendisinden başka, mekân’da, devrin, İstanbul Müftüsü, Muhterem, Salahaddin Kaya Hoca’mız ve devrin Vakıflar Bölge Müdürü, Rıdvan Nizamoğlu vardır. Rıdvan Nizamoğlu, Yüksek İslâm Enstitüsü ve aynı zaman’da, Hukuk fakületsi me’zunu idi. Burada ev sahibi olarak bulunuyordu. - Bilahare, Diyânet İşleri Başkanlığı’nda, uzun yıllar, Hukuk Müşâviri, Başhukuk Müşâviri olarak vazife yapmıştır. Bendeniz, Mekan’a ulaştığım’da, Tayyar Bey, “Akkoca Bey, siz yalnızsınız, benim yanımda arkadaşlarım var, isterseniz, arkadaşlarım Mekân’dan ayrılabilirler, veyâ arka odaya geçebilirler biz baş başa görüşebiliriz,” dediler. 

“Hayır!” dedim, Her ikisiyle de şahsen tanışıyorum, hem konuşacaklarımız onlar’dan gizli kapaklı mevzular olmayacaktır. Bilhassa, burada bulunmalarını çok arzu ederim,” dedim. Namaz vakitleri hariç, takrîben sekiz saat kadar devam eden bu görüşme, umûmiyet’le, ikimiz arasında geçmiş, diğer’leri, aktif olarak görüşmeye katılmamışlar, dinleyici ve şâhidi olarak bulunmuşlardır. Bu görüşmeyi ve ta’kiben, Ankara’daki görüşmeyi, Dostumuz, pek hacimli, bir nev’i ansiklopedi gibi, 1.000 sahifelik, üç cild halinde neşrettiği, ZORLUKLARI AŞARKEN, adını verdiği, Hâtıratında, kendi açısından genişçe yer vermiştir. Zaman zaman, biz de bu görüşmelere temas edeceğiz... 

Bu görüşme’de, 1924, Medrese’lerin kapatılması, 1950’li yıllar’da, İmam-Hatip Okullarının açılması, umûmî olarak, Türkiye’de Din Eğitimi bütün veçheleriyle ele alınmıştır. Karşılıklı olarak “Münâferet,”in sebepleri üzerinde durulmuş, Ben, Dostumuza, sizin disiblininizden gelenlerin, -ba’zı arkadaşlarınız, “Yeni Nesil,” diyorlar, ba’zıları, “İmam-Hatip,” nesli diyor, biz de, “İlim Yayma ve İmam-Hatip Okulları Çevresi,” diyoruz.- Câmia’mızdan nefret etmelerinin sebepleri nelerdir? diye sordum.

- Câmianız mensupları, bizimkiler için, “İmam-Hatab,” (Odun İmam) diye tavsîf edip hakâret ediyorlar. 

- İmam-Hatip Okulu me’zunları imamların arkasında namaz kılmıyorlar, bilmeden kılmış iseler, namazlarını tekrar ediyorlar,” dedi. 

Dostumuz, eğer münâferet sebepleri sadece bunlar ise, bunu izale etmek çok basittir ve kısa bir müddet zarfında bunların izâlesi mümkündür,” dedim. 

Her zaman olduğu gibi, bu görüşmeyi de, bütün teferruatına kadar devrin Büyüğü, Merhûm Beyağabeyimiz, Cennetmekân, Kemal Bey Ağabeyimize rapor ettim. 

Merhûm Büyüğümüz, “Bizim böyle bir derdimiz yok. Biz, Elhamdüli’llâh! ehl-i Sünnet mensuplarıyız. Ehl-i Sünnet’in Temel Esaslarından birisi de, “Ve Nusallî Halfe Külli Berrin ve Fâcirin, Ve Nusallî Alâ Külli Berrin ve Fâcirin,” (Biz, her bir iyi ve fâcir-fasık birisinin arkasında namaz kılarız, ve yine biz, her bir iyinin veya fasık-facir birisinin üzerine namaz kılarız,” (Yâni, Cenaze namazını kılarız), buyurdular. 

O tarihlerde, kendisinin Nâibi durumundaki, Hüseyin Kumaş Hocamız, Amasya İli, Merkez Vâiz’liğinden kendi talebiyle ayrılmış, İstanbul’da, Kadıköy’ü, Osmanağa Camii’nde va’az ediyor, (Fahrî olarak,) ve bir İthalât ve İhracaat Şirketinin Tepe İdarecisi bulunuyordu. Çalıştığı şirket, İstanbul-Çemberlitaş civarında, Gazî Atik Ali Paşa Camii’nin karşı sokağında idi. Merhûm Büyüğümüz, Hüseyin Kumaş Hoca’mıza, Şirkette bulunduğu günler’de, öğle, ikindi, akşam, geç kaldığı günler’de, yatsı namazlarını, Gazî Atik Ali Paşa Camii’nde cemaatle kılması ta’limatını verdi. Hüseyin Kumaş Hoca’ya verilen bu ta’limatın, bütün diğer Kardeşlerimiz için de bir emsâl teşkil etmesi gerektiğini ifade buyurdu. 

“Bundan böyle, Câmia’mızdan hiçbir ferd, başkaları hakkında, hele hele, hakaret ihtiva eden, herhangi bir kelâm kullanmamalıdırlar,” buyurmuştur. 

İster “Algı,” deyiniz, ister haksız itham ve töhmet, önlemenin tek yolu, sebep gösterilen unsurları izâle etmektir. Aynı ithamlar, ve “Algı Operasyonu,” öyle anlaşılıyor ki, günümüzde de devam ettirilmektedir. Sosyal Medya kanallarında dolaştırılan yazılar bunu gösteriyor. Bunları susturmanın tek yolu, ezan-ı Muhammedî okunduğunda, hangi Camii’ye yakın iseniz, imam’ın kim olduğuna bakılmaksızın, camii’e girip o imam’ın arkasında namaz kılmaktır. Cum’a namazlarını, 40-50 kişiyle yurt’larda-kurs’larda, kılmak yerine, bulunduğunuz şehr’in en büyük Camii’nde kılmak... Bu sadece, bizim mes’elemiz değil, Diyânet İşleri Başkanlığı’na da bu hususta, büyük vazife düşmektedir. Nîce, Salâtîn ve Ulu Camii’ler, Cum’a günleri, yarı yarıya boş iken, 100 metre mesafedeki, etrafındaki mescid’ler’de, Cum’a namazı kılınıyor ve cemaat sokaklara taşıyor. 

Taksim Tâlimhâne’deki bu görüşmemiz sırasında, öğle namazı için hazırlandığımızda, Dr. Tayyar Altıkulaç, “Namazı Akkoca Bey kıldırsın. Sonra namazını tekrar kılmak mecbûriyyetinde kalmasın!” diye ağır bir ta’rizde bulunmuştu. Bendeniz de, cevaben, “Ve Nusallî Halfe Külli Berrin ve Fâcirin,” dedim. “Ber, Zât-ıâliniz, fasık ve fâcir bizleri mi oluyoruz,” dedi. Hâşâ! Benim ve sizin, yaptığımız işler dolayısiyle, “Ber,” olmamız zor, bizler fasık ve faciriz. Bu i’tibarla, bizlerin arkasında da namaz kılınabilir. Fakat, burada, takva’ya en yakın olanımız, Muhterem, Müftü Efendimiz, Salahaddin Kaya Hoca’mızdır. Münâsip olan Müftümüzün imam olması, bizim ona uymamızdır.” dedim. Nitekim, öyle oldu biz üçümüz de, Salahaddin Kaya’ya uyduk, mes’ele çözüldü... 

TASHİH: Bu köşede 11 Eylül 2017 Pazartesi günü neşredilen yazıda bir satır atlanılmış olup, mana değişmiştir. 

Doğrusu: 

“İsmail Hakkı Bursavî, Nübüvvetin Peygamber’imizle birlikte sona ermediği iddiasında yalnız değildir. Günümüzde bile, pek çok çevrelerin “Büyük Velî, Efendimiz, Niyazî Mısrî,” diye lanse ettikleri, Malatyalı, Niyazî Mısrî de, nübüvvetin Peygamberimizle birlikte nihayete ermediğini iddia etmiş, hattâ, “Nübüvvetü’l-Hasaneyn,” adında, Haz.Hasan ile Hüseyin Efendilerimizin Peygamber olduklarına dâir bir risâle kaleme almıştır.”