Pek Muhterem, Tuna Arif ve Ertuğrul Kardeşlerimize cevapların devamıdır: 

İsmail Hakkı Bursavî’nin, ehl-i Sünnet açısından, sıkıntılı, başka görüşleri de vardır. Meselâ, Allah’ın diğer Peygamber’leri göndermesinden maksad, Haz.Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem’in varlığıdır. Daha önce gönderilen Peygamber’lerin, insanlara onun nübüvvetini müjdelemeye müteveccih bir hazırlık safhası teşkil etmiştir. Zirâ, ilk def’a, “Akl-ı Evvel,” veya “Felek-i Âlâ,” diye de, bilinen Haz.Muhammed’in ruhu yaratılmıştır. Mahlûkat’ın ilki ve aslı olduğu için, ona “Ümmî,” denilmiştir. Ölü’leri diriltmek gibi pek çok mu’cizesi vardır. Tezâd teşkil etmeyen Kur’ân gibi büyük hacimli bir kitap’ın kendisine indirilmesi, onun ilmî mu’cizesidir. Ebeveyni diriltilmiş ve ona iman ettikten sonra tekrar âhirete intikâl ettirilmiştir.” 

Hazreti Peygamber’in, dedesi Abdülmuttalip’in, babası Abdullah ve Annesi Âmine Hatun’un, şirke bulaşmadan, Haz.İbrahim aleyhisselâm’ın “Hanif,” akidesi üzerinde yaşadıkları ve öldükleri bilinmektedir. 

İsmail Hakkı Bursavî’ye göre: 

Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellem, örfî anlamda son Peygamber olmakla birlikte, nübüvvetin, “Allah’tan haber vermek,” şeklindeki asıl ma’nası dikkate alındığında, Peygamber’lik kıyâmete kadar devam edecektir. Hâtemü’n-nebiyyîn oluşu, nübüvvetinin çocuklarına intikal etmediği ma’nasına gelir. Allah’tan doğrudan haber alanlara, Cebrail vasıtasıyla vahye mazhar olanlar tarzındaki örfî anlamıyla, nebî değil, velî denilir. Şu halde, gerçek ma’na’da, nübüvvet sona ermeyip ümmet içindeki velî’ler vasıtasıyla devam etmektedir.” 

Haz.Peygamber, şüphesiz, “Hâtemü’n-nebiyyîn ve’l-Mürselîn’dir,” Onun nübüvvet ve risâlet tasarrufu kıyâmete kadar devam edecektir. Vâris’leri, Sünnetlerini ihyâ ve tecdid için, bid’atleri imha için, gönderilen vâris’ler, müceddid’ler, hâşâ! Peygamber değil, nübüvvet tasarrufu için gönderilmiş değiller, ancak ve ancak, Vâris-i Nebî ve müceddid’dirler. 

Büyük ölçüde, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin te’sirinde kalan İsmail Hakkı Bursavî’nin keşfi, vahiyle eşdeğer kabul etmesi ve bütün dinî mes’ele’nin çözümünde kullanılabilecek, kat’î bir ilim kaynağı olarak kabul etmesi, Vahdet-i Vücûd teorisine gerçek tevhîd nazarıyla bakması ve bu hususlarda, sahih olmayan ba’zı, rivâyetlere dayanması, gerçek ma’na’da nübüvvetin sona ermediğini iddia edip, Peygamber’lerle velî’leri paralel bir çizgide telakki etmesi, kâfir’lerin cehennemde zaman zaman, azap’tan kurtulabileceklerine ve bir şekilde Cemâl-i İlâhî’yi müşâhade edebileceklerine keşf’e dayanarak, inanması, onun umûmî çerçeve’de, ehl-i Sünnet akâidinden ayrıldığı noktaları oluşturur. İsmail Hakkı Bursavî’nin, Zâhirî ma’na’dan mecâzî veya kinâye ma’na’larına gitmemek gerektiğini iddia etmesine rağmen, düşünce ve görüşlerini kanıtlamak için, nas’ları çok def’a uzak tevillere tâbi tuttuğu dikkatlerden kaçmamaktadır. 

Yine ona göre, keşfî bilgiler nas’larda haber verilen gayb âlemiyle alakalı problemlerin tahlilinde de kullanılabilinir. 

EHL-İ SÜNNET AÇISINDAN ÇOK DAHA SIKINTILI BA’ZI GÖRÜŞLERİ: 

İlâhî feyizlere mazhar olan kişi, sonunda Allah’tan başka hiçbir varlığın bulunmadığını, kâinatın İlâhî tecellî’lerden ve mâsivâ’nın hayallerden ibaret olduğunu anlar. Tevhid’in hâkîkati olan, “Lâ mevcude illellâh,” derecesinde bulunan kişi, öyle bir makama yükselir ki, onda kul rab olur ve her şeyi Allah ile aynı görür. Bu noktaya erişen insan kendini yokluk mertebesinde bulur. Böylece, Allah ile halvet hali gerçekleşir ve “Kenz-i Mahfî,” adı verilen İlâhî bir makam zuhur eder. Vahdet makamı olan bu halde kulun varlığı ortadan kalkar ve sadece Allah’ın varlığı kalır.”

İsmail Hakkı Bursavî, Nübüvvetin Peygamber’imizle birlikte sona ermediği iddiasında yalnız değildir. Günümüzde bile, pek çok çevrelerin “Büyük Velî, Efendimiz, Niyazî Mısrî,” diye lanse ettikleri, Malatyalı, Niyazî Mısrî de, nübüvvetin Peygamberimizle birlikte nihayete ermediğini iddia etmiş, hattâ, Peygamber olduklarına dâir bir risâle kaleme almıştır. 

Bu dönem’de, küfre götürücü, idlâl edici (dalâlete sürükleyen) görüşlerin sahipleri bile, katl edilmiyor, hapse atılmıyor, Ümmetin ekseriyetinden tecrîd ile ada’lara sürgün edilip, oralarda ikâmete mecbur bırakılıyorlardı. Nitekim, Niyazî Mısrî, Limni Adasına, İsmail Hakkı Bursavî’nin şeyhi, Osman Fazlı Efendi, Kıbrıs Ada’sına sürgün edilmiş ve orada, ikâmete mecbur kılınmıştı. 

Ruhulbeyân Tefsiri’nin Müellifi olan, İsmail Hakkı Bursavî Efendi hakkında doyurucu bir ma’lumât arzettiğimi sanıyorum. 

İsmail Hakkı Bursavî’nin te’lifatı cümlesinden olan, Ruhulbeyân Tefsirinin tahlillerine gelince: 

Evveliyet’le tebârrüz ettirmek isterim ki, Ruhulbeyan Tefsiri, bildiğimiz, kadîm tefsirler meyânında, Tefsir nizam ve intizamında, (metodoloji diyorlar), hazırlanmış, yazılmış bir tefsir değildir. 

İsmail Hakkı Bursavî, muhtelif, camii kürsülerindeki va’az ve nasîhatların notlar halinde tutmuş, bu mevzu’larla alakalı olarak, âyetler ve hadis’ler ilâve etmiş, bu tefsirde, derç ettiği hadislerin kâhir ekseriyyeti, senedi sahih olmayan, mevsuk olmayan, “Mevzû hadis,” denilen uydurma hadislerdir. Ne yazık, “keşfen sâbit,” hadisler dediği bu kabil mevzû hadisleri, Senedi sahih, mevsûk hadisler’den daha üstün ve mu’teber tutmaktadır. Mevzu’larına göre, hikâyeler ve Arabî-Fârisî şiirler ve beyitler de ilâve ederek, bir tefsir ortaya çıkarmıştır. 

Ruhulbeyân Tefsir’inin birinci Cildindeki Mukaddime (ön sözünde), Bu Tefsir’in Âl-i İmran Suresine kadar olduğu tesbiti yapılıyor. Ayrıca, ba’zı kaynaklarda, Ruhulbeyân Tefsir’inin, iki cild’lik bir tefsir olduğu kaydedilmiştir. Bu hususlar dikkate alındığında, 10 Cild’lik bu tefsire, daha sonraları ilâveler yapıldığı anlaşılmaktadır. Kadr Sûresi’nin tefsiri zımnında, yukarıdaki iddia’yı ihtivâ eden, yukarıda kaydettiğim gibi, muhtelif za’af’-ı te’lif’ler taşıyan ibârelerin de, sonradan ilâve edilmiş olması, çok kuvvetli bir ihtimaldir. 

Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazretleri, (Milâdî, 1883-1971), Büyük Tefsir Tarihi, TABAKÂTÜ’L-MÜFESSİRÎN, adlı eserinde, İsmail Hakkı Bursavî’nin, müellefât’ından bahsederken, “Ruhulbeyân, Büyük Üç Cild’lik matbû bir tesir’dir,” diyor. 

İsmail Hakkı Bursavî’yi ve tefsirini ta’rif ederken, medhiye’de ifrad ederken, “Vahiy müddetine müsâvî olmak üzere, yirmi üç sene içerisinde, Ruhulbeyân tefsirini yazıp bitirmiştir,” derken, Ruhulbeyân, pek çok tefsir kitaplarında bulunmayan bir hayli ma’lumatı ihtiva etmektedir. Bu eser, Kur’ân-ı Kerim âyet’lerinin ma’nalarını izah için usûlü dâiresinde yazılmış bir tefsir kitabı olduğu gibi, aynı zaman’da, pek mükemmel bir mev’ize kitabı da bulunmuştur. Zâten, müellifi de en ziyâde bu gayeyi ta’kip etmiştir. Bunun içindir ki, bu eserin sahifelerinde tefsir ile pek de alakası olmayan bir takım hikayelere ibretli vak’a’lara, tasavvufî manzûme’lere de, yer verilmiştir. 

İslâm Edebiyyatı’nın her kısmına büyük bir vukufu olan Muhterem Müfessir, her sırası geldikçe, öyle güzel, münasip Arabî ve Fârisî beyitlerle, kıt’alarla sözlerini tezyin ediyor ki, insan onun bu hüsn-ü intihabına hayran olmaktan kendisini alamıyor. Tasavvufa dâir, Te’vilât-ı Necmiyye’den ve sâir Sofiyye kitaplarından iktibas etmiş olduğu yazılar arasında da, insanı bihakkın zevk-yâp edecek pek ulvî rûhânî parçalar vardır. 

Bu, Fevkâlâde medh-u Senâ’dan sonra, 

Maahâzâ (bununla birlikte), bu mübârek tefsir kitabında bir kısım zayıf hadisler, zâid denilecek yazılar, esassız görülecek hikâyeler de yer bulmuştur. Eğer, bu feyizli, cemiyetli eser, bunlardan hâlî bulunmuş olsaydı, elbette, kıymeti bir kat daha artar, ba’zı kimselerin tenkidine hedef olmaz, ve adetâ, kendi tarzında emsalsiz bir tefsir kitabı olurdu,” diyor. 

Ruhulbeyân Tefsiri hakkındaki bütün görüşler de böyledir. 

Böylece, Nâfile Namaz’ların cemaatle kılınması, bütün Fukahâ’nın ittifakıyla, kerâheten mekruh, olduğu, bid’at olduğu, bid’atin kesin bir dalâlet olduğu, dalâletin ise, hüsnü-kubnu olmadığı, kabatın irtikabından ecir ve sevap beklemenin en büyük kabahat olduğu, Tahrîmen mekruh olan bir şey’den, ecir ve sevap beklemenin, Helâli haram, haramı helâl addetmekten bir derece aşağı olduğu, Kaziyye-i Muhkeme halinde tebeyyün etmiştir. 

Lütfen ve keremen, hep beraber bu mes’eleyi bir daha açmamak üzere, kapatalım. Artık, bu andan i’tibâren, bu mes’eleleri tartışmaya açmak, tartışmada tutmak vakit zayi’inden başka bir şey ifade etmiyor...