Pek Muhterem, “TUNA ARİF,” Remzini kullanan Değer’li Kardeşimiz: 

Gazete’den bana ulaştırılan, en son “YORUMLAR,” kağıtlarında, size aid, iki yorum, aslında yorum da değil, sual tevcihi bulunmaktadır.Birincisi, “Ruhulbeyan Tefsiri Cild 10, Sahife, 483’de nâfile ibâdetlerin (namaz’ların demek istiyorsunuz herhalde,) cemaatle kılınacağına dâir, açıklamaya ne diyeceksiniz?” 

Diğeri, “Geçen hafta sormuştum. Ruhulbeyân Tefsiri, Cild 10, Sahife, 483’de, nâfile namazların cemaatle kılınması hakkında açıklamanızı bekliyoruz, Mustafa Bey, Hayırlı Cum’a’lar!...” 

Aziz Kardeşim. Bu yorumlar, bana 04.07.2017, Salı günü, ulaştırıldı. Şu anda, 05.07.2017 Çarşamba günü, takrîben, 22.00 sularında cevap yazısını yazıyorum. Ama, bu bir hafta sonra, bu cevapların neşredileceği ma’nasına gelmez. Hâlen, elimizde, bu yazıyla birlikte, 14 yazı neşredilmeyi bekliyor. Nereden bakarsanız bakınız, hafta’da, iki yazı neşredilebilinirse dahî, iki ay sonra sizlere ulaşacaktır. 

Tevcih buyurduğunuz suallerin cevaplarına gelince: 

Aziz Kardeşim, doğrudur, İsmail Hakkı Bursevî, Kadr Sûresi’nin tefsiri demeyelim, -Zirâ, Sure’nin ayetlerinde, böyle bir anlam çıkmaz.- de, mev’ızesinde, niçin “Mev’ıze,” dediğimi bu yazının ilerleyen bölümlerinde anlatacağım,” Ebu’L-Leys es-Semerkandî’den naklen, “Kadir Gecesinde kılınacak nâfile namaz, en az, iki rek’at, en çok, bin rek’at, ortası yüz rek’at’dır. Her rek’atte, Fâtiha’dan sonra, bir kerre, Kadr Suresi, üç kerre İhlas Suresi okunur, her iki rek’atte bir selâm verilir” dedikten sonra, “Resûl aleyhisselâm’ın haber verdiğine göre, Kadir Gecesinin ikâme edilmesinin faziletinden ve de,” “Farz namazlarda olduğu, gibi, ezan ve kâmetle çağrılmadan, cemaatle tatavvu (nâfile) namazların kılınması kerahet olmaksızın câizdir,” diyor, “Ulemâ’nın pek çoğunun, (kimlerse keşke açıklasaydı), açıkladığı gibi, Şerhu’n-Nikâye, (Şârîhu’n-Nikâye olmalıydı), ve başkaları, (acaba kimler), ve Muhît’de, Kadir, Regâip, Şa’ban’ın 15. Gecesinde ve benzeri nâfile namazlarda, imama uymak mutlâk ma’na’da, mekrûh değildir. Çünkü, mü’minlerin güzel gördüğü Allah katında da, güzeldir,” Ta’n edenlerden, zevki olmayanların, sözlerine iltifat edilmemelidir. Onlar, artık, dünyevî (şehevânî) zevk’lerden aciz, münacaatı bilmeyen, taat’ın tadından habersiz, vakitlerin faziletinin tadını almayan kimselerdir.” 

Lugat kitaplarından yardım almış olmama rağmen, tercüme’de zorlandığım, yukarıdaki bu ibâre, pek çok za’af’-ı Te’lif ile mualleldir. Büyük bir ihtimal ile sonradan ilâve edilmiştir. İlâve eden de, muhtemelen, ana dili Arabî olmayan bir Türk olmalıdır. 

Ebu’l-Leys es-Semerkandî’nin, “Tenbîhü’l-Gâfilîn,” adlı eseri, herhangi bir hadîs kitabı değildir. Bir Mev’ıze kitabıdır. Esâsen, Kadir Gecesi namazı hakkında, herhangi bir hadis’de yoktur. Aişe Vâlidemizin, “Ey Allah’ın Resûlü! Eğer Kadir Gecesine tesâdüf edersem, ne yapayım?” diye sorduğunda, “Allahım! Sen afvedicisin, afvetmeyi seversin, beni de afvet!” diye dua etmesini tavsiye etmiştir. Böylece, Kadir Gecesinde du’a etmek sünnettir. Kadir Gecesinde nâfile namaz kılmak yerine, du’â etmek daha faziletlidir. 

Ezan ve Kâmetle da’vet mes’elesine gelince: 

“Nâfile namazlarının edası için, ba’zılarının, ba’zılarına, haber vermesi, bildirmesi, ba’zılarının ba’zılarına, Âşûra günü ve diğer gecelerde, falan şeyh’in mescidinde veya falan âlimin mekanında, falanca yurtta-kurs’ta, cemaatle tesbih namazı kılınacak, diye bildirmeleri, ezan ve kâmetten daha müessir bir da’vettir. 

Ehl-i Sünnet ruhunu derununda hissetmeyen, ba’zıları, bid’atleri, bid’at-i Hasene ve bid’at-i Seyyie,” diye ikiye ayırmışlar. Ba’zı bid’atlere Hasene nazarıyla bakmışlardır. Oysa Peygamber’imiz, Efendimiz, salla’llâhu aleyhi ve sellem, “İşlerin (umurun,) en şer’li’leri, sonra’dan ortaya çıkarılanlardır. (Muhdesâtühâ,) her sonradan ortaya çıkarılan bid’attir, her bid’at, dalâlettir, her dalâlet cehennemde’dir,” buyurmuştur. 

Hiçbir bid’atte, Hasen, güzellik olmaz. 

Burada, ileri sürülen gerekçe, “Mü’min’lerin güzel gördükleri bir şeyin Allah katında da güzel olması,” tıpkı, bizim, nâfile namaz’ların cemaatle kılınabileceğine dâir, Risâlecik’te ve Takvim’de ortaya koydukları, “Tesbih namazını bilmeyenlerin de istifade etmeleri,” gerekçesine benziyor...

İSMAİL HAKKI BURSAVÎ HAZRET’LERİ KİMDİR? 

İsmail Hakkı Bursavî (Vefatı, 1137/1725), Celvetî Şeyhi, Müfessir ve Şâir. (Ekim 1653) bugün, Bulgaristan’ın sınırları içerisinde kalmış bulunan, Aydost’da dünya’ya geldi. Uzun bir müddet Bursa’da yaşadığı için Bursavî, bir müddet Üsküdar’da ikâmet ettiği için, Üsküdârî, Celvetiyye Tarîkatına mensup olduğu için, Celvetî, nisbetlerini kullanmış, husûsiyle Bursavî nisbetiyle meşhûr olmuştur. 

İsmail Hakkı Bursavî, Asr’ının modasına uymuş, tasavvuf’ta, Celvetî’lik’ten, Mevlevî’liğe, Mevlevî’likten, Kâdiriliğe, Kadirî’likten, Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin Meşrebine savrulmuştur. 18.Asr’ın başlarından i’tibâren, maalesef, Turuk-u Âliyye’de, benzer savrulmalar ve inhiraflar zuhur etmiştir. Aslında gençlik yıllarında, Zikr-i Celî Yolunun en ehemmiyetli Tarîkati, Kâdirî’lik üzerine terbiye edilmiş olan, Halid-i Bağdâdî, (bağlı’ları kendisine, bir, “Mevlânâ,” sıfatı ilâve etmişlerdir). Oradan oraya, savrularak, Yoga ve Yogist’leri tetkik için gittiği, Hindistan dönüşü, “Kendisini, Silsile-i Zeheb-Silsile-i Saâdât’ın, 28. Halkası, Abdullah-ı Dihlevî Hazret’lerinin halife ta’yin ettiğini ve Türkiye’ye gönderdiğini iddia etmiş, taraftarları da, bu paslı demir halkayı, Silsile-i Zeheb’in, 29.Halkası olarak lanse etmeye başlamışlardır. Oysa ki, Zikr-i Hafî Yolu, Tarikat-i Nakşibendiyye-i Âliyye’sinde, halef bırakmak, halife seçmek gibi bir durum yoktur. Nasib-i Ezelisiyle, mürşid ve müceddid olarak tensip buyrulanlar, Ricâl-i Ma’neviyye’nin, Meşhed-i Azîm ve Divânüs-Sâlihîn meclislerinde tensip ve ta’yin olunurlar. 

Halid-i Bağdâdî’den i’tibâren kendilerince bir Silsile yürütenler, ki, her bir grubun silsilesi çok farklıdır, Nuru Muhammedî ve Feyz-i Muhammedî Hâlid-i Bağdâdî’de inkıta’ya uğradığı için, bugün, sel sularının bile, hiç uğramadığı, suyu kesilmiş birer, yıkık, harabe değirmen durumundadırlar. 

İsmail Hakkı Bursavî i’tikâdî mevzu’larda, umumiyetle ehl-i Sünnete mensup olduğunu söylemesine rağmen, tasavvuf’ta, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ekolüne ve meşrebine bağlıdır. Bu bakımdan, bilgi, ulûhiyet, nübüvvet ve âhirete aid mes’elelerde, ehl-i Sünetten farklı görüşler benimseyip Sûfiyye Akâid’inin temsilcileri arasında yer alır. Meselâ, ehl-i Sünnet mefhumunda, diğer ehl-i Sünnet mensuplarından farklı olarak, bu kavramı biraz daha genişletir, “Mâ Ene Aleyhi ve Ashâbî,” (Benim ve Ashabımın yoludur,) Hadis-i Şerifi’ne, “Peygamber’in, Ashâbı’nın ve tasavvuf erbabının sünnetine tâbi olanlar,” diye ilâve eder. Böylece, İsmail Hakkı Bursavî, Sünnet’in kavramına-mefhumuna meşâyih’in görüş ve davranışlarını da ilâve eder. 

İsmail Hakkı Bursavî, “İlmin zâhirî kaynakları yanında, bâtînî kaynakları da mevcud olup, bunlar vahiy ve ilham’dan ibarettir. Ledünnî veya keşfî adı verilen bu ilimlere, yalnızca, amel-i Salih işleyen takvâ sahipleri ulaşabilirler. Vahiy ve ilham doğrudan Allah’tan alınmış olması bakımından, aynı olmakla birlikte, edebe riâyet etmek gayesiyle, vahy’in Peygamber’lere, ilham’ın ise velilere mahsus olduğu söylenir.

Yine ona göre, keşif ve ilham yoluyla elde edilen ma’lûmat, Peygamber’lerin tebliğiyle alakalı tereddütleri ortadan kaldıran bir mâhiyet arz eder. Nitekim, keşfen sâbit olan bir hadis, mevsuk, olmamasına, isnad zincirinin bulunmamasına rağmen, hadis’cilerin rivâyet ettiği hadislerden daha sahihtir. Zirâ keşif ehli hadisi doğrudan doğruya Haz.Peygamber’den alır.”

İLHAM, Peygamber’ler için Vahy’in yollarından birisidir; Peygamber’lere, ba’zı şeyler, Melek vasıtası olmadan da doğrudan ilham edilir. Mürşid-i Kâmil ve Mükemmillere, Müceddid’lere vârid olan ilham da, kendisi için ve bağlıları için delil olabilir. Fakat, dinî hükümlerde ve dinin içinde ihtilâf eden, (değişik, hattâ birbirine zıt içtihad’larda) ilhâm asla, delil ve ilmin kaynağı olamaz. O takdirde, “benim kalbime şöyle bir ilham geldi, şu dinî hüküm öyle değil de böyle olmalıdır,” denilirse orta’da, ne din kalır ve ne de hak mezheb’ler... 

Kalbe gelen Vâridât, İlâhî, Melekî, nefsânî ve şeytânî olmak üzere, dörttür; Vâridât-ı İlâhî, daha ziyade Peygamberlere gelen vâridattır, vahy’in yollarından birisidir, uyulması farz’dır. Meleklerden gelen vâridât, (iyilik ve kötülükleri, ilham etmeleri) Meleklerden gelen vâridatı yerine getirmek kula vacip değildir. Şeytânî vâridât, Allah’a isti’âze (sığınmakla) izâle edilebilinir. Nefsânî vâridât ise, ancak, bir Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’in terbiyesi tahtında, tezkiye-i Enfâs ve tasfiye-i Kalp ile mümkündür.