Pek Muhterem ve Aziz Kardeşim, OSMAN KARAMAN BEYEFENDİ: 

Yorumcu’larımızın yorumlarına, geliş sırasına göre cevap verdiğimiz için, Tebrikâtınıza mukabele tebrik bir hayli gecikmiş olacak. Ama, önümüzde, Kurban Bayramı var. Bendeniz de başta Zât-ıâliniz olmak üzere, bütün yorumcu’larımızın Ramazan’larını, bayramlarını tebrik ediyor, hayırlara vesiyle olmasını Can-ü Gönülden temennî ediyorum. 

“A.H.,” Remzini kullanarak yorum yapan, daha doğrusu, sual tevcih eden, Pek Değer’li Kardeşim. Bizim, Mustafa Akkoca, Mehmed Arıkan ve Mustafa Cerid olarak, hâşâ, devrin büyüğüne, Merhûm Kemal Bey Ağabeyimize, “bir nev’i ültimatom niteliğinde bir beyannâme yayınlamamız, aslâ olmamıştır. Kendi adıma, 12 yaşımdan i’tibâren, terbiyesi altına girdiğim, beni yoğuran, şekillendiren, şahsiyetimi kazandıran, “Fe Ahsene Te’dîbî,” sırrına ulaştıran, dünyevî ve uhrevî “Rol Modelim, olan bir zât’a, hâşâ! Ültimatom vermek ne haddime’dir, ve ne de hakkımdır. 

İşin aslı şudur! O yıllar’da, beraber çalıştığımız, Merhûm İsmail OĞUZ Bey, Gazete’deki, daha ziyâde kendi durumu ile ilgili, ba’zı sıkıntılarını dile getiren, son derece saygılı, “Muhterem Ağabeyim,” ile başlayan, “Hürmetle Ellerinizden Öperim,” diye bitirilen bir mektup kadim etmiş... 

Beyağabeyimiz, üzülmüşler. “Acabâ, bizimkilerin de bu mektup’tan haber’leri var mıdır? Varsa, Mektup yazmaya ne lüzûm vardı, Benimle yüz yüze her hususu konuşabildiklerine göre, Mektup’ta bahsedilen mevzu’ları da rahatlıkla konuşabilirdik.” buyurmuşlar.

Devrin büyüklerinden, Kur’ân Kurs’ları Federasyonu Başkanı, Hüseyin Kaplan, İstanbul-Sirkeci, 5.Vakıf Han’daki Federasyon Merkezindeki Makamında, bizi, üçümüzü, istintâk etti. Mektup’tan diğer arkadaşlarımın hiç haberleri yoktu. Merhûm İsmail Bey, bana, ba’zı hususlar için Beyağabey’e bir mektup vermeyi düşünüyorum,” dediğinde, ben, “Sakın hâ! Mektup yazma! Yazacaklarını yüz yüze söyleyebilirsin, nitekim, bu zamana kadar, ne yazacağını bilmiyorum, ama, daha ağırlarını söylediniz. Beyağabeyimiz anlayışla karşıladı,” dedim. Buna rağmen, İsmail OĞUZ Bey, Mektubu yazmış ve elden Beyağabey’e ulaştırmış, Hüseyin Kaplan Ağabey’in istinkatından sonra, Ağabey’in huzuruna çıkıp, vaziyeti bir kerre de kendi huzurlarında tavzîh edince, “Zâten Hüseyin bana anlattı. Durum tamamiyle vuzuha kavuşmuştur, işinize bakınız,” buyurdular. 

Öyle anlaşılıyor ki, birileri, fitne çarklarını çevirmişler, İsmail OĞUZ Bey’in yazdığı mektubu, bizlere yazdırmışlar, son derece edebî, hürmet ifadeleriyle yazılmış bir Mektubu, “Ültimatom,” haline getirmişler... 

“KİRİŞ,” Remzini kullanarak yorum yapan Beyefendiye: 

Ne güzel, uzun yıllar, her renk takke takdim buyuruyorsunuz. İşte olması gereken normal olan budur. Hiç kimse, “Laciverd takkeye, farzdır, vâcip’tir, diyenler var,” demiyor. Sıkıntı, bid’at kokusu hissedilen, Câmia’da, artık hiçbir kimsenin Lâciverd renk’ten başka renk’te takke takamaz duruma gelmiş olmalarıdır. Bir yurtta 100-150 kişiden birisi, bir cenaze alayında, üç-dört bin kişiden birisi, niçin başka bir renk takke takmaz-takamaz?

Karnımız falan da ağrımıyor, endişemiz, nezîh Câmia’mızın, sünnetlere tetebbû yerine, bid’atlere bulaşmış olmalarındandır. 

Aziz Kardeşim, ALİ OSMAN Beyefendi: 

Yorumunuza ve tevcih buyurduğunuz suallere cevaplar, bir başka yorumcumuzun yorumuna verilen cevaplar zımnında, (05.06.2017 tarihinde, “Yorumcu’lara Cevaplar ve Mutala’aların, 3/23) serisinde verilmiştir. Tekrara düşmemek için mütalaa buyurmanızı tavsiye ederim. 

“SELİM,” Remzini kullanan Beyefendiye: 

İki satırlık yorumda neyi niçin yorumladığınız, kimin hakkında ne fikriniz var, anlaşılmamaktadır. Sadece bendenize bir-iki kelime ile taşlamada bulunmuşsunuz. Canınız sağ olsun, Doğrudur, Bendeniz de dâhil, Hazret-i Üstazımızı hakkıyla hiçbirimiz tam olarak anlayamadık. Eğer anlayabilseydik, Tecdidinin bikemâlihâ ve bitemâmihâ devam ettiği bir asırda, bid’atlere tevessül etmezdik. 

Merhûm Beyağabeyimizi tanıma hususuna gelince, Beyağabeyin bir sözü ile cevap vereyim, “Akkoca! Sana emânet ettiğim sır’ların ba’zılarından Refîkam Bedia’nın bile haberi yoktur,” Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul-zurna az!... 

Pek Muhterem ve Aziz Kardeşim, ALİ OSMAN Beyefendi. 

Size vereceğim, Mutala’a ve cevaplar, aynı zaman’da, Ertuğrul Bektaş Bey Kardeşimiz için de geçerli olacaktır. Filhakîka, bundan önceki cevaplarda, belki de, sizlerin veya başka Kardeşlerimizin suallerine verdiğim cevaplarda, Meselâ, 05 Haziran 2017 tarihindeki, Yorumcu’lara cevaplar ve Mutala’alar, (3/23)’de, bu hususlarda tafsilatlı cevaplar vardır; Fakat, Madem geniş bir izah istiyorsunuz, müşkil değil, mes’ele, hiçbir tereddüde meydan bırakılmayacak vâzıhtır. 

“Biz, bir Peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.” (İsrâ 17/15) 

“Rabbin, kendilerini âyet’lerimizi okuyan bir Peygamber’i Memleketin ana merkezine göndermedikçe, o melekleri helâk edici değildir.” (Kasas 28/59) Allah, yeryüzünü hiçbir asırda Peygambersiz bırakmamıştır. Tasarrufu bin yıl devam eden Ulu’l-Azm Peygamberler gönderdiği gibi, Hâtemü’l-Enbiyâ olan Sevgili Peygamber’imizden sonra, Peygamber gönderilmeyeceğine göre, Risâlet ve nübüvvet tasarrufu kıyâmete kadar devam edecektir. 

Peygamber’imizden sonra Peygamber gönderilmeyeceğine göre, İrşâd, ihdâ, ihyâ ve tecdid için, müceddid’ler tensip buyrulmuştur. Hadis’in medlûlü, Hicrî her bir yüzyılın başında bir müceddid gelir, yüzyıl yaşar, irşadı ve tecdidi tamamlanır, demek değildir. Hiçbir asır, müceddid’siz kalmaz, demektir. Aksi halde insanlar devrinin sahibini, imamını, bulamadıklarında nasıl mes’ûl tutulacaktır? 

Sünnetü’llâh, Âdetü’llâh budur.  

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid, Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî, Efendi Hazretleri özeline bakılınca: 

Hazretimiz, Şüphesiz, Zikr-i Hafî Yolunun, Tarîkat-i Nakşibendiyye’nin, Silsile-i Zeheb’in-Silsile-i Saâdât’ın, 33. Halkası, Sıddık-ı Ekber, en Zâtihilethâr, Abdülhalık-ı Gucdüvânî, Muhammed Bahâüddîn-i Nakşibend, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretlerinden sonra, 5. Kutbu’L-Aktâb’ıdır. 

İrşâd, ihdâ ve Tecdid vazifesine, Sahib-i Zaman olarak, kuvvetle muhtemel, Milâdî, 1936 yılında başlamıştır. Zâhirî-Sûrî, dünyevî tasarrufu, yine Milâdî 16 Eylül 1959 tarihine kadar devam etmiştir. Hazreti Üstazımızın, Tasarruf-u Zâhirî ve Sûrî’den, Tasarruf-u Hakikî ve bâtıniye geçişinin üzerinden, 59 yıl geçmiş bulunuyor. Hazreti Üstaz’ımızın Tasarruf’ları, bitamâmihâ ve bikemâlihâ, devam ediyor-etmektedir ve İlâ mâşâ Allah! devam edecektir. Hazretimize aid olduğu bilinen ve bizlere ulaşan hiçbir metinde, “Ben’den sonra tasarrufum, kırk yıl devam edecektir,” tarzında herhangi bir ifade yoktur. Böyle bir ifadeyi, şifâhî olarak söylediğine dâir de, herhangi bir delil ve şahid yoktur. Fiî’liyatta da, gerçekleşmediğine göre, böyle bir ifadeyi, Hazretimize izâfe etmek, en hafif ta’birle yalan söylemek ve iftirada bulunmak olur. Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid, tahakkuk etmeyecek bir şeyi aslâ söylemez, vukuu gayb olan, İlm-i İlâhî’de olan, bir şeyi söylemez. 

Hicrî İkincibin yıl’ın, Müceddidi, İmam-ı Rabbânî Hazret’lerinin, ikinci bin’in, bütün asırlarına sârî tecdidi ve tasarrufu, tasarrufunun devam etmesi, -Tıpkı, Ülü’lüzm, Peygamber’lerin biner yıllık tasarruflarının devam etmesinin, o bin yılın asırlarında, gönderilen Peygamber’lerin derecesini düşürmediği gibi ya da, kendisinden sonra, irşâd ve ihda makamına, bir başka mürşid ve müceddid’in tensip edilmesi, aslâ, Hazretimizin ma’nevî derecesini, bu Silsile-i içerisindeki Kutbu’l-Aktab’lık, mertebesini düşürmez. 

Ancak, şu ana kadar, Hazretimizden sonra, herhangi bir mürşid, müceddid tensip edilmemiştir. 

Nereden biliyoruz, niçin böyle inanıyoruz? 

Allah yeryüzüne bir Peygamber gönderdiğinde, Resûl-Nebî, evveliyetle insanlara nübüvvet ve risâlet vazifesini izhar-iddiâ eder, bir veya pek çok mu’cize ile bunu isbat eder. 

Hakîkî Vâris-i Nebî’ler, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil ve Müceddid, Sahibizaman “Sell-i Seyf,” bu vazifesini alakalı’lara açıkça ilân, iddia ve izhar eder. “Şu an için vazife bizdedir, uçan kuşun kanadında, derinliklerinde yüzen balıkların solungaç’larında zerre kadar emânet varsa, bize teslime mecburdurlar, diye iddia ve ilân eder. Müteşeyyihleri (şeyh olmadıkları halde, şeyh’lik taslayanları ikaz ve ihtar ile, onların muttali olmadıkları-olamadıkları hususları ya bizzat kendisi veya dolaylı olarak bir başkası açıklar, izhar eder. “Meselâ, “Eğer iddianızda doğru iseniz sâdık iseniz, geçen ay, Divânü’s-Sâlîn veya Meşhed-i Azîm, nerede ve kimin riyâsetinde toplanmıştır? diye sorar. Tabiî ki, muhataplarına bu suale verecekleri-verebilecekleri, bir cevap yoktur, “Fe Bühite’llezî Kefer,” 

Hazreti Üstazımız, İhdâ, İrşâd ve Tecdîd vazifesine tensip buyrulduğunda, muasırı olan, şeyh’lik iddiasındaki herkesi, bizzat veya bilvasıta, ikaz ve ihtar ile, vazife’nin kendisinde olduğunu, kendilerinde herhangi bir ma’nevî salâhiyet bulunmadığı halde, böyle bir iddia’da bulunmak, dünyevî ve uhrevî hüsrana sebebiyet verir,” demiştir. 

Müteşeyyih’lerin cevaplandıramadığı sualleri, umûmiyet’le, Hazreti Üstaz ile birlikte, Divânü’s-Sâlihîn ve Meşhed-i Azîm toplantılarında hazır bulunan, Allah’ın, sırtında heybesi, iki dudağı arasında hiç içmediği, sigarasıyla, Lâdik’li, Çoban Ahmed Ağa olarak, setr buyurduğu, büyük veli tevcih ederdi. 

Farz-ı Muhâl, “Ben’den sonra Tasarrufum Kırk yılı devam edecektir,” ifâdesinin doğru olduğunu kabul etsek, Mukaddes metinler’de geçen rakamlar, hakîkî ma’nalarında değil, kılletten veya kesretten kinaye’dir. Meselâ, Tevbe Sûresi’nin, 80.Âyetinde geçen, “Seb’în,” yetmiş rakamı, kesretten kinaye olup, yetmiş kerre, değil, ne kadar çok istiğfar edersen Allah onlar için mağfiret etmeyecektir,” demektir.

“(Ey Muhammed!) Onlar için ister afv dile ister dileme; onlar için yetmiş kez afv dilesen de, Allah onları asla afvetmeyecek, bu, onların Allah ve Resûlü’nü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” 

Türkçe’mizde, “Kırk yıl düşünsem böyle bir şey aklıma gelmezdi,” ibâresindeki “Kırk yıl,” uzun zaman düşünsem demektir. 

Hâlâ bu hususlarda bir tereddüt kalmış ise, lütfen, yorumlayınız, elimizden geldiğince o tereddütleri izâle etmeye çalışalım...