Pek Muhterem Kardeşimiz, Ali Osman Beyefendi: 

Bid’atlerden hazer, Sünnet’lere tetebbû hususunda göstermiş olduğunuz hassasiyet ve hepimizi tenvir edici, görüş ve fikirlerinizden dolayı, sizlere çok teşekkür ederim. 1950’li, 1960’lı, yıllarda, bizler, siyah takkeyi tercih ederdik. Zirâ çamaşırlarımızı kendimiz soğuk su ile ve elimizde yıkardık. Açık renk’li takkeler, siyah renk’li olanlara göre, daha sık kirlenirdi. İsteyen istediği renk’te takke takardı. Hâlen, evim’de, hac ve umre ziyaretinden dönen, ihvan ve cami cemaatinden hediye olarak lütfettikleri, her renk takke vardır. Tabiî, laciverd olanlar da vardır. Elime hangisi geçiyorsa onu takarım. 

“İSMAİL,” Remziyle yorum yapan Değerli Kardeşimiz. 

İmam-ı Ebû Hanife Hazretlerinin ve Hocası, Hammad bin Süleyman’ın, siyah ve koyu renk fes veya takke giydiklerini ifade buyuruyorsunuz. Doğrudur, fakat, “Bütün Müslümanlar, siyah ve koyu renk takke-fes-sarık takmalıdırlar,” diye bir içtihadı yoktur. Hazreti Peygamber, Ashab-ı Güzin, Hulefâ-i Râşidîn, tâbiîn, mütekaddimîn ve müte’ahhirîn Müçtehid’lerimizin, hiçbirisi, kılık-kıyâfet konusunda renk ve şekil şartı getirmemişlerdir. 

Pek Muhterem Üveys Beyefendi Kardeşimiz: 

Bizi biz yapan, katıksız ehl-i Sünnet mensubu, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın ıvazsız, garazsız, ehl-i Sünnet akidesine sahip olmaları, sevdiklerini Allah için, buğuz ettiklerine de Allah için yapmalarıdır. Elbette bu aramızda, hiçbir kimse’nin, hattâ şeytanlar ve nefsimizin bile giremediği bir alaka meydana getiriyor. Mesâfe olarak birbirimizden uzak’lar’da da olsak, “Mine’l-Kalp, İle’L-Kalp’i Sebîlün,” (Kalp’ten Kalbe Yol Vardır) düsturunca, çok yakınız. Biz bu Köşe’de, sırf bir şeyler karalama, köşemiz boş kalmasın, diye yazmıyoruz. Hakîkati, münhasıran, hâkîkatleri, yazmayacaksak, bu kalemi bırakırız, daha evlâdır. 

Pek Muhterem ve Azîz Kardeşim Osman Karaman Beyefendi. 

Teveccühünüze lâyık olmaya gayret ediyorum. Eminim ki, bugün at gözlüğü takarak, akıllarını, kiraya verdiklerinin gösterdiği tek istikamete bakanlar da, çok çok yakın bir gelecek’te, fikretmeye, akl’etmeye (fikr ederek, akıllarını kendileri kullanmaya başlayacaklar, sünnetlere tetebbû, bid’atlerden hazer (kaçınma)’da, Siz’lerin, biz’lerin hassâsiyetlerine iştirak edeceklerdir. “Bütün insanları bir müddet, bir insanı, ömür boyu, aldatabilirsiniz. Fakat bütün insanları ömürleri boyu aldatmak mümkün değildir. (Buradaki aldatmayı, “gaflet içinde olmak,” olarak değerlendirebiliriz.) 

Değer’li Kardeşimiz Ali Osman Beyefendi: 

Bir kul’un ısyanı ne miktar’da olursa olsun, küfre ve şirk’e düşmedikçe, bütün Kebâir-i İrtikâp etmiş bile olsa, aslâ, mürted olmaz. Hele hele, tarikat ve tasavvuf’ta, “mürted’lik,” söz konusu bile edilemez. Zirâ, Cenab-u Hakk, cennete girmeyi, İman-ı Sûriye bağlamıştır. Âhirete Sûrî iman ile intikal edebilenler, ma’siyetleri dolaysiyle bir müddet azap edilseler bile, cehennemde ebedî kalmayacaklar, cennete girecekler ve orada ebedî olarak kalacaklardır. 

Hazreti Üstaz’ımız, hiçbir ayırım yapmadan, “Ben, İmam-ı Rabbânî Evladı’nın, kesip attığı, kör tırnağını dünyalara değişmem,” buyurmuştur. Haz.Üstaz’ımızın müntesibesi, yaşlıca bir hanımefendi, müteşeyyih, (sahte şeyh, ma’neviyat kalpazanı), bir hekim’in iğva’larıyla, gürül gürül, akan bir pınarı (feyiz ve nur akan) bırakıp, suyu olmayan, sel sularının bile uğramadığı, harap, yıkık bir eski değirmene kapılanmış, kısa bir müddet sonra, tabî ki, aradığını bulamamış, geri dönmüş, binbir özür ve yeniden kabûlünü rica... Hazreti Üstaz, “Sizi, biz kovmadık ki, yeniden kabûl edelim. Bu kapıdan hiçbir kimse kovulmaz. Siz kendiniz gittiniz, kendiniz döndünüz,” buyurunuz!”

Elbette, hepimizin pek çok ma’nevî ayıbımız, kusurumuz vardır. Kusurumuz olmasa o kapıda ne işimiz var? 

Aziz Kardeşim, biz, bir hizmet grubuyuz. Bizim bir misyonumuz var. Hedef kitlemiz, hangi milletten, hangi fırka’dan (parti’den), hangi fırak’dan, hangi mezhep’ten olurlarsa olsunlar, bütün insanlardır. Açıktan, meydanlara çıkarak bir partinin, lehinde veya aleyhinde çalışmamız, propaganda yapmamız misyonumuza zarar verir. Kendi içimizde değerlendirmeler yapsak bile bunu aşikâre yapmayız. 

Memleketimizin ve Aziz Milletimizin, nereden nereye geldiğinin, bir muhasebede bulunmak, bir mukâyese, zımnında, Ezan-ı Muhammedî’yi aslından çevirip, “Tangır-Tungur,” okutan bir Cumhurbaşkanı’ndan, Ankara’da, Cumhurbaşkanlığı Külliyesindeki Millet Camii’nin minarelerinden, zaman zaman, sabah ezanı okuyan bir Cumhurbaşkanı’na, çok uzak tarihlerde gitmeye lüzum yok, bundan iki öncesi Cumhurbaşkanı, Ramazan günü, milletimizin gözünün içine sokarcasına, bir sıcak yaz gününde, “Bakınız, benim için ramazanın bir önemi yoktur, gördüğünüz gibi, oruç da tutmuyorum,” demek isteyen bir Cumhurbaşkanı’ndan, çocukluğundan i’tibâren, seferde bile, orucunu aksatmayan bir Cumhurbaşkanı’na, diye yazmak, herhalde, hükûmete bir “Güzelleme,” değildir. 

Azîz Kardeşim. Cennetmekân, Merhûm, Büyüğümüz, Kemal Kacar Beyağabeyimizin unutulması-unutturulması... Buna kimsenin gücü yetmez. Beyağabeyimizin aleyhinde konuşmalar, sükût ile onlara iştirâk, bir ahirzaman fitnesidir. Sevgili Peygamber’imiz, Kıyâmet alâmet’lerinden olarak, haber verdi ki, “Ümmetimin âhiri, (sonradan gelenler), evveline, daha önce gelenlere, la’net edecekleri..,” 

Cennetmekân, Merhûm, Büyüğümüz, Kemal Beyağabeyimiz, Hazreti Üstaz’ımız, irşâd ve ihda, tecdid vazifesine başladıktan kısa bir müddet sonra, nasib-i Ezelisi ve Tensib-i İlâhi ile, kendilerini bulmuşlar ve hemen kapılanmışlardır. Kapılanış o kapılanış! Bundan sonra, nefsiyle (canıyla), malıyla, (geniş servetiyle) yanı başında yer alır. 1940’lı yıllarda, defa’atle, İstanbul Emniyet Müdürlüğüne celp edilir, Nazi Almanya’sından getirtilen, işkence âletleriyle işkenceye tabî tutulup, tabutluklara konulduğunda, yanında başka kimse yoktu. Ama, Merhûm, Beyağabeyimiz yanı başındaydı. 1950’li yılların başında, nisbeten, yumuşayan siyâsî hava’ya güvenerek, açılan, İstanbul-Üsküdar, Kısıklı, Küçükçamlıca’da Çilehane Kur’ân Kursu, esrar tekkesi gibi, basılır, Hocaları ve talebe Emniyet Müdürlüğüne celp edilirler. Efendi Hazret’leri de, evinden alınır, binbir hakaretle, ta’cizle Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Yanında yalnız Merhûm, Beyağabeyimiz vardı. 1957 yılının yaz aylarında, İzmir-Menemen Tertibine benzer bir tertiple, Haz.Üstaz, Kütahya’ya götürülüp, Emniyet Müdürlüğü’ne sözlü ve fizikî işkenceye tâbî tutulduğunda, yanı başında yine, Merhûm, Beyağabeyimiz vardı. Efendi Hazretleri, tevkîf edilip, Kütahya Hapishânesine tıkıldığında, yine yanı başında, Merhum Beyağabeyimiz vardı. 

69 yaşında, diyâbet hastası ve diyâbete bağlı husûle gelen çeşitli hastalıklardan muzdarîp olmasına rağmen, kendisine yapılan muamele karşısında, ısyan eden, Merhûm, Beyağabeyimize, “Kemâl, üzülme! Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hiçbir nebî’ye bana eziyet olunduğu gibi eziyet olunmadı,” buyurmuştur. “En şiddetli belâ, (en ağır imtihan), nebî’lere sonra velilere, sonra da, derece ve mertebesine göre diğer mü’minlere’dir,” buyrulmuştur. Üzülme! Bunlar, bizim, deruhte etmekte olduğumuz vazifemizin muktezâsı, Çile’mizin bir parçasıdır.” buyururlar. 

Merhûm Büyüğümüz, Kemal Beyağabeyimiz, Tasarruf-u Zâhirî ve Tasarruf-u Sûrî, çileli ve meşakkatli yıllarında, tıpkı, Hicret sırasında ve Gâr-ı Sevr’de, Haz.Peygamber’imizin yanındaki, Haz.Ebû Bekr mesâbesindedir. Haz.Ebû Bekr de canıyla, malıyla Haz.Peygamber’in yanında olmuştu. 

Günümüzde, bir eli yağda, bir eli bal’da, kışın ısıtılan, yazın soğutulan, 24 saat, güneş enerjisi, doğalgaz ve bütan gazıyla ısıtılmış, sıcak sulu saraylardakine benzer banyolu, küçük birer sarayı andıran bina’larda, 100 metrelik mesâfelere bile, binilen makam arabalarında yaşamakta olan, 30’lu, kırk’lı yaşlarındaki kardeşlerimizin, mahrûmiyet yıllarında hizmet eden ağabeylerini takdir etmelerini beklemiyorum. Ama, hiç değilse, başta, Merhûm, Büyüğümüz, Kemal Beyağabeyimiz olmak üzere, diğer ağabeylerimizin aleyhinde konuşmamalıdır. Hele, hele, İrtidat, la’net, kovmak-kovulmak gibi, çirkin, iftira ve bühtanlarda kaçınılmalıdır. 

Günümüz tıfıllarının, Merhûm, Büyüğümüz, Cennetmekân, Beyağabeyimizin ve hizmeti sebkat etmiş diğer ağabeylerimizin, (Ve’s-Sâbikûne’L-Evvelûn,) isimlerini ağızlarına alacaklarsa, öncelikle, ağızlarını çalkalasınlar, mümkünse, bir abdest alıp öyle zikretsinler. 

Sevgili Peygamber’imiz, salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz: 

- Küçük’lerimize merhamet, büyüklerimize hürmet etmeyen bizden değildir,” buyurmuştur. Geçmişlerine, büyüklerine, saygısı olmayanların, gelecekleri yoktur. Bugün geçmişteki ağabey’lerine, büyüklerine hürmet etmeyenlere yarınlarda hiçbir kimse de kendilerine hürmet etmez.