Azîz Kardeşim, Ertuğrul Bektaş Beyefendi. 

Dikkat buyuruyorsunuz, yazılarımızı, en Nefs-i Emmâre’mizi, tatmin, ne de, Fincancı katırlarını ürkütmek ve ne de, ba’zılarının kalbini-gönlünü serinletmek için yazıyorum. 

Asr-ı Saâdette, İslâm’a ve Allah’ın Resûlüne hakâretâmiz söz’ler sarfedenlere karşı, Resûl-i Ekrem Efendimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem, Şâir-i Resûl, olarak zikredilen, Hasân bin Sâbit’e, “Hassân! Şunlara hakkettikleri cevapları ver! Allah ve melekler seninle beraberdir,” buyururdular. Son raddeye kadar, sükûnetinizi, nezâketinizi koruyorsunuz. Karşınızdakinden de, asgarî edebini muhafaza etmesini bekliyorsunuz. Fakat, sınırlar aşılınca, cevap vermek, pek tabiî, hakkettiği gibi cevap vermek, icap ediyor. 

BEY, Remzini kullanan Beyefendiye: 

Bey, Beyşehir’li, Konyalı, remizlerini kullanarak, aynı sütre arkasından bana kalleşçe ateş ediyorsun! Yorumlarında, zerre kadar bir bilgi kırıntısı ve fikir bulunmuyor. “Mahalle Baskısı,”nı biliyorduk da, Mahalle hasûd’luğunu bilmiyorduk. Hikmet sahibi birisine, “Efendim. Falanca zât, sizin hakkınızda şöyle böyle konuşuyor,” demişler. O zât, “hayır! O zât’ın benim hakkımda ileri-geri konuştuğuna aslâ ihtimal vermem,” Çünkü, ben ona, herhangi bir iyilik’te bulunmadım,” buyurmuş.... 

Kuzum! Şahsıma karşı, buğzunuzu, hıkd-ü Hasedinizi anlayamadım. Benim size herhangi bir iyiliğim dokunmadıysa da, bir kötülüğüm de olmamıştır. “Bu satırları yazanı ilçe mescidinde bile konuşturmazlar, konuşturmadılar da!” buyurmuşsunuz. “Bu Satırların Yazarı,” ta’birini, sık sık, bendeniz kullanırım. Bey, Bey, “Bu satırları Yazanı,” ta’biriyle bendenizi kastediyorsanız, Bendeniz, sizin gibi, iki buçuk satırlık, içinde, hiçbir fikir ve ma’na kırıntısı bulunmayan, Türkçe ve imlâ hatalarıyla dolu, yorum yapan birisi değil, Köşe Yazarıyım. “İlçe Mescidinde bile konuşturmazlar,” buyurmuşsunuz! Öncelikle, dört cümlelik metindeki cehlinizi ortaya koyalım. “İlçe Mescidi,” demekle hem ilçeleri, hem de ilçelerde bulunan Ulucamii’leri tahfif etmişsiniz. Çok yakışıksız ve çirkin... Türkiye’nin İdârî taksimatından ve Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, son yıllardaki tasnîfinden bîhaber olduğunuz anlaşılmaktadır. Memleketimizin en büyük Selâtîn Camiî’leri ve diğer büyük Camiî’ler, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, tasnifine göre, A Grubu Camii’leri, ilçelerde bulunmaktadır. 

İstanbul’da, Ayasofya, Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmed Camiî’leri gibi, Cami’ler, İstanbul’un, Fatih İlçe’sinde, Konya’da, Kapı Camii, Selçuklu, Eşrefoğlu Camii, Beyşehir, Seyyid Harun Camii, Seydişehir İlçe’lerinde bulunmaktadır. 

Bendeniz, 1963 yılından i’tibâren, 54 yıldır, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Sakarya, Ulu Camii’lerinde va’az ettim. 1992 yılından beridir, İstanbul-Güngören, -bendeniz va’az’lara başladığımda, bu Cami, Bakırköyü İlçesine bağlıydı.- Tozkoparan, UHUD Camiî’nde, aralıksız va’az ettim. Hâlen de va’az’larıma, aynı Camii’de devam ediyorum. 1992 yılının Ramazan ayında, devrin İstanbul Müftüsü, Değerli, Hocam, Salahaddin Kaya’nın ricasıyla başladığım va’az’larıma, 25 yıldır, bilâ fasıla, devam ediyorum. Aynı Kürsü’de, 25 yıl, daha öncelerini bilmiyorum, ama, bu Cumhuriyet tarihinde bir rekor’dur. Bunları, “Tahdis-i Ni’met,” olarak, anlattım. İnşâ Allah! “Tahdis-i Ni’met,”in ne demek olduğunu anlamışsınızdır. 

“Pek Muhterem Yorumcu’larımızdan, bir Kardeşimiz, aslında, şer’î ve ibadet ve ubûdiyyetle alakalı, bir mevzu’da, Câlib-i Dikkat bir yorum yapmıştır. Adını, Soyadını veya kullandığı remzini vermeyeceğim. Yorumunu tek bir kelimesine ve harfine dokunmadan, burada, aynen vereceğim. Bu metin-yorum üzerine yorumlarınızı bekliyorum. Ondan sonra, ismini veya remzini açıklayacağım. Elbette benim de söyleyeceklerim olacaktır. 

“Son yıllarda bir umre furyası başlamış durumda. Kurs’larda, hatim gruplarında yoğun şekilde umre kampanyası yapılıyor. Bunun sonucunda birçok kardeşimiz borç-harç para toplayarak umre kayıtlarına giriyor. Bir Kardeşimiz bankadan kredi kullanarak umreye gitti. Döndüğünde “Nasipse hacca ne zaman gideceksin?” diye sordum. “O Mübârek Belde’leri gördük, çok şükür, Hacc’a nasıl gideyim imkânım yok” dedi. Şimdi buradaki hangi fecaati sayalım. Adamcağız faize bulaştırıldı. Bu Günah-ı Kebîre’dir, bir... Zâten kısıtlı olan imkânı nâfile ibadette harcanarak, farz olan Haccı’na engel olundu. Bu aynen adamı gece teheccüde kaldırıp, sabah namazında uyutmaya benziyor, ikii... 

Farz olan Hacc’a kadınlar gönderilmezken, umre’ye teşvik ediliyor. Farzı engelleyip, nâfileyi teşvik etmek hangi kitap’ta yazıyor! Üç... Gönüllülük esası ayaklar altına alınarak, işin, özü zedeleniyor. Yâni kemiyet için keyfiyet ayaklar altına alınıyor. Dört... Çok yazık oluyor, çok!...” 

Benten, Remzini kullanan kişiye: 

Gûya değil, gerçekten reşîd hoca’lardan, İlm-i Mantıkla alakalı metinler zayî olsa, o metinleri yeniden te’lif edebilecek kadar âlim’lerden okudum. Benim yaptığım, sizin gibi körü körüne bir siyâset değil. Vatanımızın ve Aziz Milleti’mizin içinden geçmekte olduğu nâzik dönem’de, vatan hainleriyle, bölücülerle, Aziz Milletimizin bütün değerlerine düşman, olanla birlikte hareket etmeyiniz,” demekten ibârettir. Sizin rahatsızlığınız, yüzünüze çevirdiğim dev aynasında, kendinizi, Kandil’le, terör örgütleriyle, IŞİD’le, İttihad ve Terakkî artağı, mütegallibe partisiyle aynı safta ve aynı kare’de görünmenizdir. 

Azîz Kardeşim, Osman Karaman Beyefendi: 

Büyük bir vukuf ve şuur ile, mes’eleyi o kadar muvazzah bir şekilde ortaya koymuşsunuz ki, aslında, bunlara ilâve edilecek bir şey kalmamış... 

Bid’atin, büyüğü-küçüğü olmaz, yine bid’atlerin “Hasane,”si, “Seyyie,”si de olmaz. İmam-ı Rabbânî Hazret’leri, Mektûbât-ı Kudsiyye’sinde, “Mütekaddimîn Meşâyîh, sarıklarının kuyruklarını tam olarak iki omuzun arasına salardılar. Müteahhirîn’den ba’zıları, sol tarafa, ba’zıları ise sağ taraflarına salıyorlar. İşte bu bid’attir,” buyuruyor. 

Buyurduğunuz gibi, Edille-i Şer’iyye’den, Kitap’ta, Sünnette, (Hadis), İcmâ-i Ümmet’de, Kıyâs-ı Fukâhâ’da, yeri yok. Ayrıca, Silsele-i Zeheb-Silsile-i Saâdât’da, Pîran’da ve Haz.Üstaz nezdinde yeri yok. Hazretimizden sonraki, ilk Zâhirî İdareci, devrin büyüğü nezdinde yeri yok. 

Bir gün gelip de, mor-laciverd takke giymek, Farz-ı Ayn addedilir, katı uygulanan bir bid’at haline getirileceğine, iddia olunduğu gibi, “Birliktelik ruhunun, düzen’in bir alâmeti haline getirileceğine,” ihtimal verseydi, asla, o renk bir takkeyi başına koymazdı. Merhûm Büyüğümüz, hayatı boyunca başka renk takkeleri de başına koymuştur. 

Hayatta olsaydı, takke’nin bile, bir bid’at vasıtası olarak kullanıldığına şahîd olsaydı. Bir “Emir’le,” derhal yasaklar, 24 saat zarfında böylesine bir Bidâtler, İslâm Binası’nın temellerine konulmuş birer dinamit lokumu gibidirler. Dinamit lokumunun cirmi küçüktür ve fakat tahribatı çok büyüktür. 20 katlı, 30 katlı bina’ların temeline, bir-iki, dinamit lokumu konulduğunda bu bina’ların bütün katlarının yıkılmasına sebep olabilir. “Cehenneme giden yollar, hüsn-ü zan, hüsn-ü niyyet, canım Efendim bundan ne çıkar,” kaldırım taşları ile döşelidir,” denilmiştir. 

Pek Muhterem ve Azîz Kardeşimiz Ali Osman Beyefendi: 

Öncelikle, iltifatınıza, tergîp ve teşvikinize Can-u gönülden teşekkür ederim. Evet! Çok doğru ifade buyurmuşsunuz! “Küfre rıza küfürdür, bırakınız, küfre maddî-ma’nevî destek vermeyi, küfre müsâmaha da, küfürdür. Yüce İslâm Dini’nin mutlâk doğruları, değişmez kâide’leri vardır. “Küfre rıza küfürdür, küfre destek ise katmerli küfürdür. Küfre müsâmaha da, en az bunlar kadar küfürdür. Kem-küm, edip, “Efendim, her “Hayır,” diyen, küfürle beraber midir? Aslâ, böyle bir şey söz konusu değildir. Ama, Fıkhî bir kâidedir ki, “Ekser için, Hükm-ü Kül” vardır. İçinde bulunduğunuz tarafta, ekserisi, din düşmanı, Marksist-Leninist, bölücü, İttihad ve Terakkî artığı, son zamanların en şerir yaratığı, bu devrin decâcile’sinden, F.T.Ö./P.D.Y. ve bilumum, terör örgütleri varsa, hiç kusura bakmayınız, ahıra girenlere, asgarî’den, tezek kokusu siner. 

Pek Muhterem Kardeşimiz Ertuğrul Bektaş Beyefendiye: 

Azîz Kardeşim. Turuk-u Âliye’den, gerek Zikr-i Hafî ve gerekse Zikr-i Celî’den olsun, pek çoğu, işte bu gibi sebeplerle hakîkatini ve sâfiyyetini kaybetmiştir. Tarîkat ve tasavvuf, İman ve İslâm’ın tekâmül etmiş “İhlâs,” seviyesinin izahıdır. Tarîkatte ve tasavvufta, ehl-i Tarîk ve ehl-i Tasavvuf dilinde-sözlerinde, Şer-i Şerife, Sünnet-i Seniyye’ye aykırı tek bir nokta olmaz-olamaz. 

Bahsettiğiniz risâlecik, benim de arşivimin arasında bulunuyor. 14 Sahifelik, bir, A-4 eb’adındaki, kağıdın 1/4 nisbetinde... İçerisinde, tasavvufî olarak i’tiraz olunmayacak ba’zı sözler var. Fakat, nerede, ne zaman, hangi matbaa’da basıldığı, kim tarafından hazırlandığı, belli değil, Sanki, gizli bir el, Peygamberimizden i’tibâren, teselsülü, Nisbet-i Sahîhası, hakikati ve safiyyeti devam eden, Turuk-u Âliyye’den ve Zikr-i Hafî’den, tek yol, Nakşibendiyye’nin, Müceddidiyye Kolunu ifsâd için hazırlamış, kitaplıklarımıza ve zihinlerimize sokmuştur. Risâleciğin, 8. Sahifesinin son üç satırı ile, 9. Sahife’nin ilk üç satırı, aynen şöyledir; “Bizden sonra vâris olmayacak. Bizde son bulacak. Âlem-i âhirete irtihalimizden sonra kırk sene tasarruf bizde kalacak ve daha kuvvetli olacak. Zirâ, kılıç kınından çıkınca daha kuvvetli keser. Ruhta telsiz sür’ati var. Kırk’ın sonunda tasarruf kesilecek ve âlem de beklenen âkibeti görecek...” 

Bu satırlar, aslâ, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’lerinin Mübarek dudaklarından sudûr etmemiştir. 

Ne uslûp bakımından ne de, ma’na ve mefhûm i’tibariyle O Mübârek Zât’a yakışan sözlerdir. Bırakınız, Müceddidi, herhangi bir âlimin bile, böylesine, Kur’ân ve sünnete aykırı bir söz söylemesi mümkün değildir. 

İmdi! Bu satırlarda, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’e, “Bizden sonra vâris olmayacak, bizde son bulacak, (Bizden sonra hiçbir Vâris-i Nebî gelmeyecek) âlem-i âhirete irtihalimizden sonra kırk sene tasarruf bizde kalacak. (İrtihalimizden i’tibâren tasarrufumuz kırk yıl daha devam edecek ve bizden sonra da, başka Vâris-i Nebî, gelmeyecek ve kıyâmet kopacaktır,” dedirtmişlerdir. 

Neresini tashîh edelim? Bir kerre, Müceddid’e gelecekten-gayb’den haber verdirmişler. Doğrudur, velî’ler, hususiyle, tasarruf sahibi, Sahib-i Zamanlar, tasarruflarının gereği, Allah’ın bildirmesiyle, ba’zı geleceklerden haberler verebilirler. Fakat bu haberler, vuk-u Muhtemel, sadık haberlerden olmalıdır. Halbuki, Cenab-ı Hakk, kıyâmetin vuk-u saatini, (anı’nı), hiçbir Melek-i Mukarrabe ve hiçbir Nebiyy-i Mürsel’e bildirmemiştir. Pek tabiî ki, hiçbir Vâris-i Nebî’ye de, mürşid ve müceddide de, bildirmemiştir. 

“Sana kıyâmeti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır, ama insanların çoğu bilmezler.” (A’raf 7/187) 

“Kıyâmet günü mutlakâ gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye, neredeyse onu (kıyâmetin kopuş saatini) (kendimden) gizleyeceğim.” (Tâhâ 25/15)... 

Bu risâlecik’te, hâşâ! Sümme, sümme hâşâ! Mürşid-i Kâmil ve Mürşid, Süleyman Efendi Hazretlerine söyletilen ve ona izâfe edilen, “Ben’den sonra Vâris-i Nebî gelmeyecek, Benim tasarrufum da, irtihalimden i’tibâren, Kırk yıl devam edecek ve ondan sonra kıyâmet kopacak! İnsâf! El-insâf! 

Bu yakıştırma doğru olsaydı, Mürşid-i Kâmil, Müceddid ve Vâris-i Nebî, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri, Milâdî, 16 Eylül 1959 tarihinde İrtihal-i Dâr-ı Bekâ eylediğine göre, kırk yıl, 16 Eylül 1999’da dolmuştur. Kırk yıldan sonra, 18 yıl daha geçmiş olmasına rağmen, hâlâ, kıyâmet kopmadığına göre, demek Vâris-i Nebî’nin verdiği haber hâşâ! doğru çıkmamıştır. Tersinden okuduğumuzda, hiçbir zaman ve hiçbir yerde ve hiçbir kimsenin yanında, Efendi Hazretleri böyle bir kelâm etmemiştir. Fem-i Saâdet’lerinden böyle bir söz sudur etmemiştir. Böyle bir sözü Efendi Hazretlerine isnad, yalandır, iftiradır, bühtandır. Müteşerrî, Batınî ilimlerde olduğu gibi, zâhirî ilimlerde de, yedi Tûlâ Sahibi, Osmanlı Medrese’lerinin en yüksek derecedeki ilim Müessesesinde, (Süleymaniye Sahn Semân Medresesi) Tefsir ve Hadis Şubesinde, Tefsir Profesörü olan bir Zâta, Kur’ân-ı Kerim’e aykırı sözler söyletip, Cefr ve Ebced hisabıyla, kıyâmete vakit ta’yin etmeye kalkan, kalpazan ve şarlatan birisiyle aynı safta gösterenler, göstermeye çalışanlar, ne Nakşî, ne Müceddidî ve ne de İmam-ı Rabbânî Evlâdı’dırlar. 

(Her bir yüzyılın başında bir Müceddid’in gönderilmesi, tecdidin ve tasarrufun ne zamana kadar devam ettiği ve ne zaman sona erdiği hususu... Gelecek yazıda)...