Pek Muhterem, Üveys Remzini kullanan Kardeşimiz:

İltifat ve teveccühlerinize çok teşekkür ederim. Bu can bu ten’de kaldığı müddetçe, İnşâ Allah! Sünnetlere uymaya, bid’atlerle mücadeleye devam edeceğiz. Sizlerin de bu zemine katkı vermeye buyurmanızı, hasseten, istirham ediyorum.

Değer’li Kardeşimiz, Osman Karaman Beyefendi:

Bu yazı neşr olunduğunda, 16 Nisan çoktan geçmiş olacak. Bu hususlarda, görüşlerimi kısaca, “CUM’A SOHBETİ,” köşesinde arz ettim. Ta’kip etmiş olmalısınız. Bundan sonraki, “Yorumcu’lara Cevaplar ve Mutala’alar,” köşesinde göreceğiniz gibi, hiç de hakketmediğimiz, ağır tenkid’lere ma’ruz bırakıldım. Gırtlaklarına kadar siyasete bulaşmış olan zavallılar, bendenize, “Siyâset senin neyine, niçin siyâset yazıyorsun,” diyorlar. Ekall-i Kalîl, olarak siyâsete temas etmiş olmamız, yine da’vamızın selâmeti içindir. Humekâ’nın, sefih’lerin anlamalarını zâten beklemiyorum.

Pek Değer’li Kardeşimiz Osman Karaman Beyefendi:

Teşhîs ve Tespitiniz doğrudur; 28 Şubat post-modern, Hükûmet Darbesi’nin Baş mi’mârı, rütbesiz generali, Süleyman Demirel’dir. En önemli mi’mar’larından birisi de, Hüsameddin Cindoruk’tur. Vaktiyle, hakkında, “Zirvetü’L-Cin, Hibâs ibnü’L-Cenah,” remizli, serlevhalı, yazılar yazdım. Arşivler’de bulunabilinir. Kendisi “Suyun öbür tarafından,” gelenlerdendir, “Suyun öbür tarafından”, gelen Evlâd-ı Fâtihân ve Evlâd-ı Fâtihân, mesâbesinde olan, Aziz Kardeşlerimiz elbette bu hükmün dışındadır. “Suyun öbür tarafına,” özel bir mefhum yüklediğimiz, meçhulünüz değildir.

Yassıada Mahkeme’lerinde, Merhûm Adnan Menderes’in “Avukatı olan şöhreti Kâzibesiyle, “-Ki, kendileri, Yassıada Mahkeme’lerinde Merhûm Menderes’in Avukatlığını yapmamıştır. Menderes’in avukatları, Orhan-Burhan Apaydın kardeşlerle, daha sonraları, siyâsete atılıp, bir müddet Adalet Partisi hükûmetlerinden birisinde, Maarif, (Milli Eğitim Bakanlığı yapan Orhan Cemal Fersoy idi. Cindoruk, Maliye Bakanı, Hasan Polatkan’ın avukatlığını yapmış olup, onu da idam edilmekten kurtaramamıştı... Milliyetçi-Muhafazakâr Parti’lerde, İl Başkanı, milletvekili, Meclis Başkanı olarak bulundu. Kendisine verilen vazife ile, devrin en güçlü partisini böldü-parçaladı-mevsimlik bir parti de kurduruldu.

Kendileri, yalnız, 28 Şubat post-modern darbe’sinin mi’mar’larından birisi değil, ondan sonra da, zuhur eden bütün siyâsî-içtimâî fesat hareketlerinin içinde olmuştur.

2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminde, 367 Garâbeti, bu zât’ın cin fikirlerindendir. Sabîh Kanadoğlu, Bendenizin, “Hibâs İbnü’l-Cenah,” dediğim, Sabîh Kanadoğlu, 367’yi icâd edebilecek zekâya sahip, cin fikirli birisi değildir.

367 Garabeti de, 411 garabeti de, Anayasa Mahkemesi’nin, kendisini Millî İrade’nin temsilcisi yerine koyup, T.B.M.M.’sinde kabul edilen, Anayasa ta’dillerini münhasıran, usûl cihetinden tetkik edebileceği, esas’a giremeyeceği, yine Anayasa’da derpiş edilmiş olmasına rağmen, esasa girmiş ve ideolojik dürtülerle iptal etmiştir.

Hüsâmeddin (ya da Hüsamettin) Cindoruk, cibilliyyeti itibariyle ba’zı cemaatleri belli istikâmetlere yönlendirmek isteyebilir. Bunca badireden sonra, onun bu tevcihine uyacak hangi cemaat olabilir ki?

İki Kardeş’in nerede ve kiminle siyâset yapacakları hususundaki ihtilâfları, Üç Milletvekilliği Umûmî, üç Mahallî Umûmî, bir Cumhurbaşkanlığı Seçiminde ve bir referandum’da, kocaman bir Câmia’nın, Siyâsî İradesi, maalesef, çöp sepetine atılmıştır. “Olmaz, olmaz,” demeyelim, her şey olabilir. Dikkatli olmak gerekir...

Pek Muhterem, “MEHMED,” remzini kullanan Kardeşimiz:

Şifâ temenninize, hayırlı du’â’larınıza çok teşekkür ediyorum. Bu zemine daha fazla katkı vermenizi istirham ediyorum. Efendim.

DEĞER’Lİ KARDEŞLERİM, ÜVEYS VE ERTUĞRUL BEYEFENDİLER:

Siyâsette, mutlâk doğrular ve mutlâk hata’lar yoktur. Doğrular ve hatalar, izâfhi’dir, nispîdir. Neye göre, kime göre ve nereden, hangi istikametten baktığınıza göre. Ekall-i Kalîl olarak ve mecbur bırakıldığımda, siyâsî mes’eleler üzerinde kalem oynattığım oluyor. Genel kurala uygun olarak elbette benim de hatalarım, sevaplarım, nispî ve izâfî olarak vardır.

Bu görüşler de, elbette tartışılacaktır, tartışılmalıdır da... Ne var ki, usluba a’zemî dikkat etmek gerekir. Her ikinizin de yorumlarınıza yüzde yüz olmasa da katılıyorum. İfrat ve tefrit’den kaçınmak gerekir.

Söz konusu Zât-ı Muhterem’in çocukken babası tarafından, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medar Mürşid ve Müceddid’in kucağına verildiği ve du’â buyurduğu bir şehir efsâne’sidir.

Filvâki, Merhûm, Ali Dayı’nın (Ali Yılmaz’ın) Kaptan, Ahmed Kulokur, gemi adamı, Ahmed Karahan, gemi adamı, Ahmed Erdoğan, gemi adamı, Abdurrahman Öztürk ve Ahmed Kaplan’ı (sonradan soyadlarını değiştirerek, Osmanoğlu yapmışlardır) Müceddid’in va’az’larına ve sohbetlerine götürdüğü, elini öptükleri ve du’â’da bulunmasını istedikleri bir gerçektir.

Merhûm, Ahmed Erdoğan’nın bu ziyâretlerinde, Haz.Üstaz’dan, henüz üç-dört yaşlarındaki oğlu için du’â etmesini istemiş olabilir.

Ancak, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday gösterildiğinde, devrin Büyüğümüzü, ziyâret etmiş, destek verilmesini talep etmiş ve du’â etmesini rica etmiştir. Seçimi kazandıktan sonra da, Başdanışmanını göndermiş, teşekkür etmiş, herhangi bir emirleri olup-olmadığını sormuştur. O Başdanışman, hâlen, İstanbul-Esenyurt Belediye Reisi, Necmi Kadıoğlu’dur. Büyüğümüzün değil, ama, Büyüğümüz adına, bizim ba’zı rica’larımız olmuş ve bu rica’larımız yerine getirilmiştir. Bu hususta daha önce bu sütunlarda, geniş ma’lûmat arzetmiştim.

Değer’li Kardeşimiz, Erhan Yıldız Beyefendiye:

Benim kimse’nin takkesiyle, tesbihiyle bir derdim yok.

Benim derdim, muasırı, marız’larının bile, “Müteşerrî,” unvanını verdikleri, Silsile-i Zeheb’in, Silsile-i Saâdât’ın ve Müceddidiyye Kolu’nun, son halkası, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi (k.s.) Hazret’lerinin yolunda olanların, olduklarını iddia edenlerin, bid’atlere sımsıkı sarılmış olmalarıdır.

Söyleyebilir misiniz bana? Mor-laciverd, takke takmanın, farz-ı Ayn gibi mecbûrî tutulmasının, kitap’ta, sünnette (hadis’te), Tarîkat-i Nakşibendiyye-i Âliyye’de, yeri var mıdır?

Bir zamanlar yazdığım gibi, Hazretimize aid, “Mektuplar Risâlesi,” diye bir risâlesi yoktur. Mektup, bir zâta hitaben yazılır. Mektup kime yazılmış ise, ismi-unvanı bulunur. Mektubu kim yazmış ise, onun da ismi unvanı ve mektubun altında imzası bulunur. İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretlerinin, üç cild halinde, sonradan bir araya getirilen, Mektûbât-ı Kudsiyyesi örnekleridir. Bu ma’nada, Hazretimizin birilerine yazdığı veya birilerinin Hazretimize yazdığı mektuplar yoktur. Dolaysiyle de, “Mektuplar Risâlesi,” diye de bir risâle mevcud değildir.

Elimizde bulunan, “Mektuplar ve Ba’zı Mesâil-i Mühimme,” Risâlesi, Hazretimizin, 1920’li yıllardan i’tibâren, tuttuğu, bilâhare “Biletçi Mehmed Bey,” olarak bilinen, Mehmed Akçelioğlu tarafından tutulan notların bir araya getirilmesiyle 1970’li yılların sonlarında bastırılmıştır. Risâle’ye bu isim de o zaman verilmiştir. Risâle’nin içinde, emsâli Mektûbat-i Kudsiyye’de bulunan mektuplar gibi mektup bulunmadığından, sadece, “Mesâil-i Mühimme,” olması gerekirken, başına mektuplar ziyâdesi, bir haşivdir. Benim kasdım buydu. Ömründe, “Mesâil-i Mühimme,” Risâlesini bir kerre bile okumamış, okumuş olsa bile, muhtevâsını zerre kadar anlayamamış olan zavallı’lar, “Efendi Hazretleri Mektûbatında şöyle buyurmuş, böyle buyurmuş,” diye ortalıklara çıktıkları için, bu tarz bir mektuplar olmadığını, zamanın hassasiyyeti bakımından, zâten, Efendi Hazret’lerinin birilerine, birilerinin Efendi Hazret’lerine hitaben mektup yazamayacaklarını ifade ettim. Doğru olan da buydu.