Değer’li Kardeşim, Ali Benli Beyefendi: 

Bu zemin’de yorum yapan, görüşlerini ve fikirlerini serd’eden, bütün Kardeşlerimiz, istisnasız, İmam-ı Rabbânî Evladındandır. Tabiî ki, hiç birimiz ma’sum ve masûn değiliz. İbn-i Teymiye başka disiplinlerden gelenlerin imamıdır. 

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevi (k.s.) Efendi Hazret’lerinden bizzat veya bilvâsıta, feyz alanlardan hiç birisinin Efendi Hazret’lerine, Pîran’ımıza, yolumuza ihanet ettiğine şahid olmadım. 

Fitne zuhur ettiğinde, ihtilâfa düşenler, aslâ, Haz.Üstaz’ımıza ve mukaddes Yolumuza tek kelime söylemediler. İhtilâf sebepleri benim kanaatime göre, Zâhirî ve Umur-u Dünya idarecisiyle, idare tarzı ve Beytü’lmâlin harcamasındaki hassasiyet ile alakalıydı. 

“Tarîkat Mürted’leri,” ithamını kabul etmek mümkün değildir. “Mürted,” diye itham ettiklerinizin, Haz.Üstazımız yanlarında anıldığında, göz yaşını döktüklerine, irtibatlarının devam ettiğine, Yolumuzun en bâriz kurallarından olan, Hatm-i Hacegânı aksatmadan yaptıklarına şâhid olmuşuzdur. Haz.Üstazımıza gönülden bağlı olanlar arasında, dünyevî veya siyâsî sebeplerle, ihtilâf edenlerden birisini irtidat ile ithâm doğru değildir. Haz.Üstaz’ımızın Gözbebekleri, torunları arasında, siyâsî ve dünyevî iş tutma tarzında, ihtilâf zuhur etmişti. Bu ihtilâf sebebiyle birisini irtidat ile itham caiz midir? 

Pîran’ımıza, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’e, Mukaddes yolumuza, dil uzatıldığında, itham olunduklarında, hiçbir İmam-ı Rabbânî Evladı, dört köşe olmaz, rıza göstermez en şedit bir şekilde karşı koyar. 

“Ben, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’ndanım,” diyen hiç bir kimseye, hiç bir kimsenin de, “hayır! Sen İmam-ı Rabbânî Evlâd’ından değilsin,” deme hakkı yoktur. “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm veren, dünya hayatının geçici menfa’atına göz dikerek ‘Sen mü’min değilsin,’ demeyin. Çünkü Allah’ın nezdinde sayısız ganîmetler vardır. Önceden siz de öyleyken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa 4/94) 

(Bir akın sırasında düşman bölgesinde bir kişi, “Lâilâhe illâllah, Muhammedün Resûlullah,” deyip Müslümanlara selâm verdiği halde, Üsâme bin Zeyd tarafından -korkudan böyle davrandığı zannedilerek- katledilmiş ve sürüsü zaptedilmiş idi. Akın dönüşü hâdise Resûlüllah’a haber verilince çok üzülmüş, hiddetlenmiş ve “kalbini yarıp baktınız da mı korkudan olduğunu anladınız,” diye çıkışmıştı. Üsâme’nin pişman olması ve yalvarması üzerine, Haz.Peygamber onun için istiğfar etmiş, Üsâme’ye de bir köle azad etmesini emretmişti.) 

Azîz Ali Benli Kardeşim. 

Herhangi bir kimse’nin, “Ben Sünnî de değilim, Şiî de değilim,” tarzında politik-siyâsî bir konuşma yapması, kişinin mezhepsizliğine delâlet etmez. Aslında, “Sünnî,” ta’birini genellikle, “Şiî,” ta’birinin alternatifi olarak Şiî’ler kullanırlar. 

Biz ise, kendimize “Sünnî,” değil, “Ehl-i Sünnet’teniz,” deriz. Çünkü Şiî’lik, İslâm ağacının, iddia olunduğu gibi, Sünnî’lik ile birlikte iki dalından birisi değil, Ehl-i Sünnet, Fırka-ı Nâciye, Allah’ın Resûlü’nün ve Ashabı’nın üzerinde olduğu, Cadde-i Şerîa’t-i Garrâ-i Ahmediyye’dir, Şîa ise, Fırak-ı Dâlle’den çıkmaz yola sapmış bir fırkadır. 

Geçen yıl, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle, bir-kaç kez tekrarlanan bu konuşma üzerine, benim de hassâsiyet göstererek, yazdığım yazılar üzerine bana ulaşıldı. “Siz, beni, Fatih-Çarşamba’daki İstanbul İmam-Hatip Okulu Orta kısmında okuduğum tarihlerden i’tibâren tanırsınız. Yine bilirsiniz, ben aslâ mezhepsiz değilim. Îtikâden, Mâtürîdî, amelen, Hanefî, meşreben lâyık değilsem bile, Nakşibendî’yim. O konuşmalar, sizin de yazılarınızda büyük bir vukufla işaret ettiğiniz gibi, İran’ın, bölge’de, Lübnan’da, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, ihata ve ist’ilâ hareketlerine karşı yapılmış siyâsî-politik konuşmalardı. Bununla birlikte, yanlış anlaşılmalara meydan vermemek bakımından, daha dikkatli hazırlanabilinirdi.” denildi. 

Ali Benli Kardeşim: 

Elinize pala kılıç almışsın, başta bendeniz olmak üzere, diğer yorumcu Kardeş’lerimizin isimlerini de zikrederek, bizleri paramparça etmişsin! Onlar da işâret parmaklarıyla sizi göstererek cevap vermeye çalışıyorlar. Elbette ki, birinci dereceden Muhatabınız, Bendenizim. Fakat, bu zemin her yorumcu’ya (Köşe sahibine bile her tür hakareti, sövmeyi reva görenler de dahil,) açık olduğu için, pek tabiî olarak diğer yorumcu’lar da sizin muhatabınızdırlar. 

Azîz Kardeşim. Yorumunuzda son derece isâbetli bir bölüm vardır; “Kemal Bey Ağabeyimiz ve diğer büyüklerimiz hakkında ihtirâm sahibidir,” buyurmuşsunuz. Çok doğrudur. Benim, 1957’den i’tibâren, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretlerinin ehl-i Beyt’inden, Vâlide Sultanımız, Hâce Hafîza Annemize, Sultan Abla’larımız, Hâce, Hadîce Bedîa, Hâce, Feriha Ferhan Abla’larımıza, Bey’leri, Hacı Kemal Kacar Beyağabeyimize, Hacı, Seyyid, Hüseyin, Kâmil Denizolgun, Beyağabeylerimize, Hazret’imizin gözbebekleri, Seyyid’lerimiz, Mehmed Beyazıd, Ahmed Arif Denizolgun, Seyyide’miz, Gülderen, Kardeş’lerimize sevgim, hürmetim, sizler gibi, gıyâbî, platonik değil, huzûrî ve şuhûdî idi. Valide Sultanımız, 06.Haziran 1965 tarihinde irtihal buyuruncaya kadar yakınlarında oldum, du’â’larına, maddî ihsanlarına mazhar oldum. İrtihâl buyurduğunda, İstanbul-Çatalca’da, Tekâmül Kursu’nun başındaydım. Daha sonraki yıllar’da, Sultan Abla’larımızın bir emir’leri ve arzuları olduğunda koştum, hep du’â’larına mazhar oldum. 

Cennetmekhan, Merhûm, Beyağabeyimiz, Kemal Kacar Ağabeyimizin, 40 yıla yakın en yakınlarında, emirlerinde oldum. Hüzünlü anlarımız da oldu, mes’ud günlerimiz de. Sert mizaçlı görünmesine rağmen, müşfik, altın gibi bir kalbe sahipti. Benim gibi, yakînen tanıma fırsatı bulabilenler de, bilirler ve i’tiraf ederler ki, “Bilhassa, baş başa kaldığınızda sizin seviyenize iner, latîfeler yapar hiç bitmesini istemediğiniz vakitler geçirirdiniz.” 

07.Eylül 1992’de ebediyyete uğurladığımızda, babam, Ağabeyim, en yakînimi kaybetmiş gibi fevkalâde üzüldüğüm, Seyyid, Hüseyin Kâmil Denizolgun Beyağabeyimiz, ismiyle hakkıyla müsemmâ, Beyefendi, yumuşak, huylu, İnsan-ı Kâmil, denizler kadar engin ve her bakımdan olgun idi. Ufuk Gazetesi’ni çıkardığımızda, Fazilet Neşriyat ve Ticaret Şirketini kurduğumuzda, kendileri, İdare Meclisi Reisi, Bendeniz, İdare Müdürü idim. Beraber çalıştığımız yıllarda, hep, zarafetine, şefkat ve merhametine şahid oldum. Herhangi bir şey istediğinde, emir yerine hep rica eder, gözlerinin içi gülerek, “yapabilir miyiz, gidebilir miyiz,” gibi yumuşak ifadeler kullanırdılar. 

Seyyid’lerimiz, Mehmed Beyazıd, Arif Ahmed Denizolgun kardeşler, henüz, birisi 5, diğeri 7 yaşlarında iken, babaları, Kâmil Bey Ağabeyimiz, ellerinden tutup, ziyârethâne’ye getirdiğinde, Ziyârethâne’de hazır bulunan bizler, (Sizin “Tarîkat Mürtedi,” diye itham etmeye yeltendiğiniz zat da dahil,) hepimiz, Kemâl-i Hürmet’le ayağa kalkar, onlar yerlerine oturuncaya kadar oturmazdık. Tekrar ayağa kaldıklarında, yine ayağa kalkar, Kemâl-i hürmet’le kendilerini uğurlardık. 

Biz, yalnız ehl-i Beyt mensuplarını sevmedik, Hazretimizin ilk talebesi, talebe’sinin talebesi, bizzat veya bi’lvâsıta, Rahle-i Tedrisinde bulunanları, maddî yardımda bulunanları nisbeti olanları, nisbeti olmadığı halde “Ehibbâ,” olanları, Ali Benli Kardeşimiz de dâhil, bütün İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nı tamamını sevdik, seviyoruz. 

Bizim Nefs-i Emmâre’miz ve Şeytan-ı Lâin’den başka, düşmanımız yok. Karşı geldiğimiz de Bid’atlerdir. 

İstiyoruz ki, bu Nezîh Cemaat, Câmia’mız, ehl-i Sünnet Akîdesine tam sahip olsun, sünnetlere tam temessükle, bid’atlerden, bilhassa, tasavvufî bid’atlerden kaçınsınlar!... 

Üveys, Osman Karaman ve Ertuğrul Bektaş Kardeşlerimizin yorumlarında hassasiyet gösterdikleri müşterek husus, Devleti’mizin başında bulunan Milleti’mizin en Mü’essir Siyâsî Figürüyle alakalıdır. 

Muazzez Devletimiz, Büyük Selçûkî, Anadolu Selçûkî ve Osmanoğullarının kurduğu, Devlet-i Aliyye’mizden tevârüs ettiğimiz Türkiye Cumhuriyet Devleti’dir. 

Aziz Vatanı’mız, Tarih’in ve Coğrafyanın kendisine kazandırdığı sayısız değerleriyle dünya’nın en hassas bir bölgesinde bulunmaktadır. Vatanımız, ebed-müddet, bir Dâru’L-İslâm’dır; Hanefi Ekolü’ne göre, bir vatan bir kerre Dâru’L-İslâm olmuşsa, artık orası kıyamete kadar Dâru’L-İslâm’dır.

Şîa’nın bâtıl inanç’larının aksine, Ehl-i Sünnet Akîdesine göre, İmam’ın, ma’sûm ve masûn olması şart değildir.  

Bilindiği gibi, “İMAM,” önde olan, önder, Muktedâbih (kendisine uyulan) demek olduğundan, cemaate namaz kıldıran için kullanıldığı gibi, devletin önderi, devletin başı için de kullanılır. 

Devlet’in Reisi, Cumhur’un Başı, Aziz Milleti’mizin ekseriyyeti’nin reyleri ve tasvibi ile seçilmiştir. Hadis-i Şerif’lerinde Sevgili Peygamberimiz, “Benim Ümmetim (Ümmetimin ekserisi, zirâ, ekser için hükm-ü Kül vardır.) dalâlet üzerine içtimâ etmez,” buyurmuştur. 

Ta’ziye’ye gittiğinde, ta’ziye evlerinde, şehid’lerin definleri sırasında Kur’ân okuyan, ellerini kaldırıp du’a eden, zaman zaman, Ankara, Millet Camii Minarelerinden Sabah Ezanı okuyan, orucunu tutan, beş vakit namazını kılan Cum’a namazlarını hiç geçirmeyen, konuşmalarına Besmele ile başlayan, konuşmalarında sık sık, âyet ve hadislere müracaat eden ve hepsini de aslına uygun olarak okuyan bir Cumhurbaşkanı...

Kânûnî’nin, “Halk içinde Mu’teber bir nesne yoktur, devlet gibi,” buyurduğu gibi, Devlet, bir millet için büyük bir ni’mettir. Devletin, ne kadar aziz ve ne kadar büyük bir ni’met olduğunu anlamak için, Devletin za’fa uğradığı, Afganistan, Irak ve Yemen ile, Devletin tamâmen yok olduğu Suriye’de meydana gelen vukuata ve bu devletlerin halklarının çektiklerine bir bakmak gerekir. Vatanı, Devleti, İstiklâli (İstiklâl’in Sembolü Bayrağı) olmayan, kavimlerin ve milletlerin Cum’a ve bayram namazlarını kılma liyâkatleri bile yoktur. 

Devletin Başına, Cumhur’un Reisi’ne söz söylemek, hakaret etmek, aslında onun şahsına değil, temsil ettiği Devlete, Devletin hükm-ü Şahsında Millet’e hakaret kabul edildiği için, Cumhurbaşkanı’na hakarete, kanun koyucu, cezâî müeyyide iltizam etmiştir. 

Ali Benli Beyefendi’nin hürmette kusur etmediği, “Cennetmekân,” sıfatı ile tavsif ettiği, Merhûm, Kemal Beyağabeyimiz, -Merhûm, Büyüğümüz, Beyağabeyimiz, Kemal Kacar, isminin zikredilmediği, unutturulmak istendiği bir devir’de, kendisine, “Cennetmekân,” sıfatını ilk izâfe eden ve ondan sonra, ısrarla kullanan, bu satırların yazarıdır. Uzun yıllar yakınında bulunduğum, mahâsîn ve meziyetlerine, maddî-ma’nevî fedakârlıklarına, Salâbet-i Diniyyesine şahid olduğum için, kendisinin, “Cennetmekân,” olduğuna ümid ediyorum, inanıyorum.- Sabah ve Ufuk Gazete’lerini idare ettiğimiz yıllar’da, Libya Devlet Başkanı, Muammer el-Kazzâfî ve İran’ın Dinî Lideri İmam Humeyni aleyhinde hakarete varan neşriyat üzerine bizi ikaz etmiş, siz sevmeyebilirsiniz, tasvip etmeye bilirsiniz, ama, bunlar Libya’nın, İran’ın Devlet Başkanıdırlar. Kazzâfî’ye ve Humaynî’ye hakaret, Libya Milletine, İran halkına hakaret ma’nası taşır,” buyurmuştular. Sevmeye bilirsiniz, ama aslâ hakaret edemezsiniz!...