Kıbrıs’ta çözüm için kraldan çok kralcı kesiliyoruz! Problem var mı ki çözülsün. Çözümü istensin. Çözüm için önce problem, mesele ve sorun olması gerekmez mi?

     Evet sorun var ama bizim değil, Yunanın sorunu var. Halbuki bir savaş olmuş, bir bedel ödenmiş. Bir realite oluşmuş. Artık bütün hesaplar, bundan sonrası için yapılmalı. Herşey bundan sonrası için düşünülmeli.

     Çünkü savaş, keskin bir kılıç gibi, ihtilâfı ortadan kaldırmış; iki toplumun kanlı bıçaklı hâlini gidermişti. Rum’un Türk’e hayat hakkı tanımamak için gösterdiği insanlık dışı, binbir vahşetine kesin şekilde son vermişti. Kanayan yarayı, akmamacasına durdurmuş. Dâvayı kökünden çözümlemişti.

     Artık geriye dönülemez. Çünkü savaş, savaş öncesi iddia edilen bütün hakları ibtal eder. Zaten bunun için savaşa başvurulmuş. Savaş bunun için yapılmıştır. Artık eski hâl muhâl, imkânsız. İster istemez yeni hâli kabullenmek gerek.

     Çünkü, bir büyüğün dediği gibi: “Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yakılsa, külü havaya savrulsa, o külden yeniden çadır yapıp içinde oturmak kabil midir?”

     Bu yeni fiilî durum hazmedilmiyorsa; tek çare yine savaştır. Yeni duruma nasıl gelinmişse, eski duruma da aynı yoldan dönülür. Yani savaşla. Çünkü alınan şey, verilen fiata karşılıktır. Verelim isteyene ama, bir şartla, aldığımız fiyata. Bu fiyat ise kandır, candır. Sayısız şehit ve gâzi oluşlardır.

     Kaldı ki bu durumu Rumlar ve Yunanlılar istemişlerdi! Kendi bindikleri dalı, kendi elleriyle kesmişlerdi! Bir milleti yok yere imha etmek istemişler! Soykırım yapmaya kalkışmışlar, yüzlerce cana kıymışlar! Bu uğurda çoluk çocuk dememişler! Kadın kız, genç ihtiyar ayrımı yapmamışlar! Vahşice, hunharca, âdice, gözleri dönmüş bir şekilde davranmışlar! Dünyanın gözü önünde üstelik kalleşçe Türklere kurşun sıkmışlar! Evleri ateşe vermişler! Kıbrısı bir yangın yerine çevirmişlerdi!

     Üstelik garantör devletler; özellikle Türkiye’nin müdahalesini engellemek için, her türlü tedbiri   alarak; adaya çıkmayı imkânsız bir hâle getirmişlerdi! Fakat bütün bu tedbirlere rağmen Türk Ordusu; verilen, verilmek zorunda kalınan müdahale emri gereğince Kıbrıs’a çıkmış. Daha doğrusu çıkabilmişti.

     Çünkü aziz okur! Kıbrıs öyle tahkim edilmişti ki, adaya çıkmak, çıkarma yapmak mümkün değildi. Çıkanlar bir şartla çıkabilirlerdi. Yüzde doksan dokuz ölü vermek zorunda kalarak. Fakat Allahın inayetiyle bütün dünyanın şaşkın bakışları arasında Türk Ordusu Kıbrıs’a çıkmış; mazlumların imdadına yetişmişti.

     Emin olun, dünyanın hiçbir ordusu böyle bir çıkarmayı göze alamazdı. Neyse bu ayrı bir konu. Biz sadede gelelim. Evet Kıbrıs’ta bir savaş olmuştu. Savaş ise eskiye bir hâtime, eskiye bir çizgi çeker. Ondan önceki bazı hakları hak olmaktan çıkarır. Artık “Eski hâl muhal. Ya yeni hâl. Ya izmihlal.” düşüncesi ağır basar. Geri dönüşe fırsat vermez.

     Çünkü dönülecek idiyse, niçin savaş yapılmıştı? Öyleyse ölenlerin suçu neydi? Bundan dolayıdır ki, meydanda alınan, masada verilmez. Kaldı ki, alınan bir şey yok. Sadece gasbedilen hakların savunulması söz konusuydu. Tavizin ise sonu yoktur. Vereni er-geç yer bitirir. Ta ki artık verilecek bir şey kalmasın. Yani istenecek kimse karşısında kalmasın. Hepsi yok olsun. Bu yol bataklık yoludur. Oraya gireni, oraya düşeni, oradan geçeni yer yutar, yok eder, öğütür. Geriye bir şey bırakmaz. 

     Kaldı ki, “Aç canavara tahabbüb / ona karşı sevgi beslemek; onun bize karşı iştihasını daha da kabartır. Bir de dönüp bizden diş kirası ister!”

     İşte o yapmak zorunda bırakılan savaştan sonra, o gün bu gün Kıbrıs’a huzur geldi. Barış geldi. Emniyet geldi. Gülmeyen yüzler güldü. Ağlayan çocuklar sustu. Kıbrıs’ta, Türk Ordusu’nun gelişinden sonra güneş bir başka doğdu. Rüzgâr bir başka esti. Çiçekler bir başka açtı. Deniz bir başka çırpındı. Bakıp Türkün bayrağına, selâm Türkün bayrağına diyerek.

     Herkes, herşey coştu. Cuş u huruşa geldi. Artık geceler sâkin, gündüzler cıvıl cıvıl, sokaklar kıpır kıpır oldu. Kısaca Kıbrıs’lı Türk’ün yüzü güldü. Yüzüne kan, vücuduna can geldi.