Kemal Bey, o gün çok sevinçliydi. Sonunda tayini çıkmış, (.....) şehrine müftü olmuştu. Hemen hazırlıklarına başladı. Bu, onun ilk görev yeriydi. Hem yeni insanlar tanıyacak, hem de bambaşka yerler görecekti.
     Zaten bugünleri iple çekmişti. İnsanları seviyor, bildiklerini onlara aktarmaya can atıyor, bir an evvel onları tanımak istiyordu. Çok mes'uliyetli bir vazife yüklenmişti.
     Ne var ki, böyle tatlı bir sevinç ve heyecan dalgası içindeyken, arkadaşlarının:
     “O şehre gidilir mi hiç? Mutlaka tayin yerini değiştirmeli, yoksa istifa etmelisin! Çünkü insanları söz anlar cinsten değil. Onlara lâf anlatmak ne kelime, üstelik söylediklerine karşı koyacakları muhakkak! O yöre insanından yaka silkmeyen mi var? Ne yapıp yapmalı, oraya gitmemenin bir yolunu bulmalısın!“
     Şeklinde konuşmaları, vazife aşkıyla çarpan kalbini derinden yaraladı.
     Morali alt üst oldu. Çünkü o sözler, sihir gibi etkili olmuştu.
     Gerçi, kim ne derse desin gidecekti.
     Hak bilinen yolda gereken yapılmalıydı.
     Ama içine şüphe kurdu girmişti bir kere.
     Ya söyledikleri doğruysa, diye düşündü.
     Ya gayesini gerçekleştiremezse, n'olurdu o zaman?
     Halbuki ne hayâller kurmuş, ne emeller beslemişti.
     Fakat görünüşe bakılırsa, sonuç hiç de öyle olacağa benzemiyordu. Arkadaşları bilmeseler, hiç böyle konuşurlar mıydı? Demek bir bildikleri vardı. Artık ilk sevincinden eser kalmamış, yüzünü hüzün bulutları kaplamıştı.
     Acaba boşuna mı gidiyordu. Ama gitmek zorundaydı. Yoksa daha işin başında, hangi mazeretle istifa edecekti? Ne derlerdi sonra? Hayır hayır bunu yapamazdı.
     Arkadaşlarıyla vedalaştı. Kemal Bey'in bütün gizleme çabalarına rağmen, endişeli hâli, kimsenin  gözünden kaçmadı. İlk fırsatta dönmek isteyeceğinden de, kimsenin kuşkusu yoktu. Bunu adları gibi biliyorlardı.
     Bir ay sonra, Kemâl Bey'in yolu memleketine düştü. Arkadaşları hoş geldine koştular. Hoş beşten sonra, sorgu suale başladılar. Dedikleri gerçekleştiği için, sinsi bir memnuniyet içindeydiler. Hepsi birden sözleşmişcesine:
     “Yaaa, biz dememiş miydik, o bölge halkında hayat yok diye. İşte sözümüze geldin. Herhâlde oraya dönmeyecek, yeni bir tayin için Ankara'ya gideceksin değil mi?”
     Diyerek, o şehre gitmeden önce söylediklerini doğrulamasını ve haklılıklarını, bir de onun ağzından duymak istediklerini ima ettiler.
     Kemal Bey,  -eskisinden farksız-  bütün bu konuşmaları bu sefer, büyük bir soğukkanlılıkla dinledi. Tasdik edilmelerini, “Biz demedik mi?”lerinin kabulünü ivedilikle bekliyen arkadaşlarını, tek tek süzdü. Kendi iyiliğini(!) düşündükleri için, hepsine teşekkürler etti.
     Cevabını şöyle tamamladı:
     “O şehir, kırk yıl Moskof işgali, otuz yıl da yerli Moskof zihniyeti altında kalmış!
     “Buna rağmen yâni yetmiş sene sonra, her birine sorulduğunda  -hâlâ-  'Elhamdülillah Müslümanım.'
     “Diyebiliyorlarsa, ne mutlu onlara.
     “Yapılacak şey, onları yermek değil; aydınlatmak, bu temel sözün gereği onları bilinçlendirmektir.
     “Bu da bizlere düşüyor.”