Eh, işte bu!
Önce kalbini sunarsın, ona sayısız kalp karşılık verir ve kalp kalbe buluşmak işte böyle bir şeydir.
Daha iki ay geçmedi, yeniden Sigen'deyim.
Almanya'nın en yoğun ormanlarla kaplı, suyu en temiz, oksijeni en yoğun kent, Siegen.
Orada yalnız tanıdıklarım yok; yüreklerini tuttuğum kardeşlerim, arkadaşlarım; -burasını utanarak söylüyorum- öğrencilerim var:
Tufan Bozdoğan var örneğin,
Bektaş Arslan Var;
Ali Uçak hocam var, Ali Uçak;
Kadir Koçyiğit kardeşim var; çok değerli eşleri var...
Ferial Hanım var örneğin...
Hangisini sayayım ki!
Bir tel geldi Siegen'den;
-"Kalk gel, bize Türkiye'nin cumhuriyet döneminde güvenlik sorunları nelerdi onları anlat; Afrin'i anlat; kim ne istiyor bölgemizden, anlat!" dediler...
Gel de dur!
Atladım uçağa, ver elini Siegen...
Tufan ve Ahmet Beyler karşıladı Frankfurt havaalanında...
Kaşılama ama ne karşılama...
Tufan Bey çekmiş kısa pantolonu, fiyakalı yazlık şapkasını; spor mu spor giyinmiş. Ahmet Bey, mütevazı haliyle gülümsüyor; bense bildik ben.
Ver elini Siegen...
Altımızda Ahmet Bey'in çakı gibi küheylanı, git allah git...
Onca yolu bir saatte yaladık, yuttuk; ve işte Siegen...
Nasıl bıraktımsa öyle duruyor, iyi mi/
İşte şu pazar yerini gezmiştim; aynen yerinde duruyor; tren istasyonu şurası, Bakır Beyle şu çarşıda karşılaşmıştık, Tufan Bey ve ben.,, Şu kafede oturmuştuk. Şurada yemek yemiş, şurada gezmiştik.
Ve şu otelde kalmıştım.
Otel...
Ah ki ne ah!
Hızla otele yerleşiyoruz; Ahmet Bey işe gidecek, gidiyor. Bir süre sonra Ali Uçak hocam geliyor. Onu görünce, Fakir Baykurt'un romanlarındaki öğretmen tipler aklıma geliyor. Özverili, idealist...
Kanıtı mı?
İşte 23 Nisan.
Çok değil bir hafta önce Siegen 23 Nisan etkinliğini, ilkokul düzeyindeki öğrencilerin katılımıyla uluslararası ölçekte kutladı. Ve bunun başta gelen mimarı Ali Uçak öğretmenimiz ve ona destek veren öteki yurtseverler...
Ali Hocamın bu akşam, Köln'e gitmesi gerekiyor; akşam yemeğine katılamayacak. Olsun.
Bir süre sonra o gidiyor; Bektaş Arslan kardeşim geliyor.
Rica etmiştim gelmeden, beni kaçıracak.
Nereye mi?
Kindelberg'de bir dağ restoranına...
Orada daha önce gelişimde bir akşam yemeği yemiştik. Çok sevmiştim otantik halini. Şimdi bir kahve içmeyi planlamıştık; ama hayır; ille öyle yemeğini orada yiyecekmişiz.
Yiyoruz.
Sevgili Muhterem Kurt'un kulaklarını çınlatarak...
Çorbamızı içiyor, kahvelerimizi yudumluyoruz.
Lokantayı işleten Alman hanfendi, beni önceki gelişimden anımsıyor.
Eh, karizma ol sen!
Elbette hatırlayacak.
Sonra Bektaş Beyler'deyiz. Nilay Hanımın kahvesini içiyoruz.
Kahve değil, bal bal!
Ve yemekten sonra istirahattekinin. Akşam yemeğinde bir Çin lokantasındayız. Orada Dr. Johannes Heinrich ile tanışıyoruz. Ermeni sorunu üzerine çalışan bir bilim insanı.
Ertesi gün etkinliğimiz var.
Türkiyenin güvenlik politikaları ve afrin olayını konuşacağız.
Sabah kahvaltısından sonra etkinliğe geçtik.
Güzel bir topluluk.
Çoğu tanıdığım yüzler.
Yeni tanıdıklarım da var:
Turhan Bey, Numan Bey...
Bafralı Dursun!
Hemşehrim, bağlama düşkünü; Ömer Sinop'tan ders almış benim gibi.
Ömer Sinop ki Orhan Gencebay'ın bağlama hocası.
Eli değen, ne yapabiliyorsa evinde, almış gelmiş.
Yeniyor, içiliyor ve söyleşi can kulağıyla dinleniyor.
Sunumumu yaptıktan sonra, aman ne soru, aman ne soru:
Atatürk'ün dış politika ilkelerini, yaklaşımını, yapmak istediklerini ele alıyoruz.
Etkinlik sonrasında otele döndüm. Bir süre dinlendim.
Sonra altı kişi akşam yemeğine gidiyoruz.
Yarın olacak.
Saat 6'da alınacağım; Kadir Bey'in arabasına binip, geldiğimiz yere, Frankfurt'a gideceğiz ve orada uçağa bineceğim.
Sabah oluyor ve Frankfurt yolundayız.
Kadir ve Tufan Beyler ve ben garib...
Ver elini Türkiye...
Geride nice duygular bırakarak, Türkiye'ye doğru yol alıyorum.
Ama aklım hala geride bırakıklarımda.
Gittiğim yerde bekleyenlerim, ayrıldığım yerde özleyeceklerim.
Hayat ne tuhaf?
30.04.2018