Mukaddes emanetlerimizi arada bir ziyaret ederiz. Önde gelen büyüklerimizin ok, kılıç, mektup, hırka, gömlek, mahfaza, ayak izi, seccade, sandık gibi eşyalarını görerek, o günleri yaşar ve daha iyi anlarız.
Kutsal emanetlerimize gözümüz gibi bakarız. Onları tertemiz korur kollarız. Müzelerde saklar, halka mal ederiz.
Güvenlikleri son derece önemlidir. Sonraki nesillerin görebilmesi, geçmişlerini bilmesi ve yaşaması önemlidir. Emanetlerimizin her biri kendi sınıfında çok kıymetlidir. Çok özel insanlar bunları geçmiş zaman içinde kullanmıştır. Hatıraları üzerlerindedir. Eşyaları gördüğümüzde o günleri daha iyi anlar ve yaşarız. O güzel insanları yâd ederiz.
Dedik ya bu özenle sakladığımız, üzerine titrediğimiz maddelerin hepsi büyüklerimizden, özü itibarıyla bir kuldan emanettir.
Bir de maneviyatımıza emanet edilmişler vardır. Yaradan tarafından emanet edilenler… Vücud gibi, dünya gibi…
Emanetçilik hassas bir iştir. Bize emanet edilenleri, henüz doğmuş bir bebeği kucaklarcasına itinayla korumalıyız. Kelebeğin kanatlarındaki tozu dökmeden, incitmeden, seven ve koruyan vicdan olmalıyız…
Mukaddes emanetlerimiz olan vücudu ve dünyayı kafamıza göre terk edemeyiz mesela… Terk edemeyeceğimiz gibi korumak, kollamak, onlara iyi bakmak zorundayız…
Vücudu, emaneti sağlıklı kılmak, beslemek ama abartmamak, çalıştırmak, akan damarları tıkamamak, kasları yıpratmamak, zararlı yağlardan korumak, bağımlılık sağlayacak maddeler kullanmamak, aşırılıklardan uzak tutmak, hor kullanmamak bize bırakılmıştır...
Bir diğer emanetimiz dünyayı da kirletmemek, doğal seleksiyonunu bozmamak, türleri yoketmemek, damarlarında akan suyun yönünü sağlıksızca, abartılıca değiştirmemek, kanı, suyu kesmemek, toplamamak, toprağını havalandırmak, gerekli yerlerinin güneş almasını sağlamak yine bize bırakılmıştır…
Ağaçları beslemek, düşük oranda ve yaşlı ağaçları teklemek, beton için abartılı kesmemek, toprağın güneşi direkt almasına sebep olup çöle çevirmemek, kurutmamak, bulutların yer ısısıyla birlikte hızla erimesini ve yoğun düşen yağmurun sele dönüşmesini, toprağın kaymasını engellemek yine bize bırakılmıştır…
Dünyaya zarar vermeden, emaneti koruyarak, konfor ve rahatlığı yakalayabilmek te bize bırakılmıştır…
En önemli konforumuz olan enerjiyi HES, nükleer, kömür, linyit ya da petrol ile karşılamadan da elde edebiliriz.
Bunu tabii ki kendimizi geliştirerek, eğiterek, okuyarak başarabiliriz.
Bugün güneşten, dalgadan, rüzgârdan bolca enerji üretmek mümkün… Gençlerimiz de kendilerini bizden daha fazla geliştirecek, emanete daha da az zarar veren enerjinin keşfini yapacaklardır…
Ama önce elimizde bulunan güneş, rüzgâr ve dalgayı kullanmayı başarmalıyız.
Yenilenebilir enerjilerden özellikle güneş enerjisi üretmenin maliyeti çok düştü. Işığı elektriğe çevirmek ucuzladı. Ofis, iş yeri, fabrika hatta binaların çatılarına güneş panelleri kurmak ucuzladı. Ayrıca teşvik imkânı da var.
Binasına güneş panelleri taktıran herkes küçük bir enerji üreticisi olabiliyor. Kullanabildiğini kullanıyor, kalanını ise şebekeye aktararak para da kazanabiliyor.
Bu sayede doğaya karbon salınımı olmuyor. Akarsular kurutulmuyor.
Hem emanet zarar görmüyor hem de ithalata bağımlılık azalıyor. TL’nin hızla değer kaybettiği bir dönemde enerji artık daha pahalı ve ülkemiz en çokta enerji yüzünden borç yani esaret altına girmekte.
Geçen yıl yenilenebilir enerjinin toplam üretime katkısı %33,4 olmuştu. Bunun içerisinde rüzgârın ve güneşin payı %7,8 olabildi. Halbuki rüzgârdan ve güneşten çok daha fazla faydalanabiliriz. Vadilerimiz, tepelerimiz, konumumuz buna müsait…
Her zaman aradığımızın, bulmak istediğimizin en uzağında olmalıyız. Hep aramalıyız. Hep dertlenmeliyiz. Araştırmalı, geliştirmeliyiz.
Emanete daha iyi bakabilmek için, güneş ve rüzgâr ile üretilen enerji bile yetmesin, sonrasında o bulduğumuzda yetmesin ki araştırmalarımız bitmesin. “Tamam, bu kadar ilim yeter” asla demeyelim.
Dünyamızı, emanetimizi belki biraz yaşlanmış yani tecrübeli ama kirlenmemiş, eksilmemiş olarak bir sonraki neslimize devredelim…