RÖPORTAJ: SUMRU AYDIN

Hülya Gülbahar, yıllardır tanıdığım, kendini kadın sorunlarına adamış, çok güçlü bir kadın, iyi bir Avukat… “Kadın kadına” adlı sayfamı kurmayı düşündüğümde aklıma ilk gelen isimlerden biriydi.  Bu sayfanın ismini ararken öncelikle röportajların “ruhu” olsun istedim.  O “ruh” kadına ait olmalıydı… Sadece kadın dünyasına, kadın sorunlarına adanmalıydı… İşte o ruhu bulabilmek için kendi yaşadıklarımdan yola çıkmaya başladım. Kendi zorluklarımdan, umutsuzluklarımdan ya da sevinçlerimden…

Bu röportajın konusu da işte böyle çıktı… Birkaç yıl önce ailemdeki büyük erkekler miras hakkımdan vazgeçmem için bana baskı yapmaya başlamışlardı.  Baskılar öyle bir hal almıştı ki sonunda “Pes” edip mahkemeye feragat belgesi vermiştim. Evet… yanlış duymadınız. Benim gibi okumuş, eli ekmek tutan üstelik de kadın hakları için savaşan birinin “Pes” ettirilmesi bence herkes için çok önemli bir örnek oluşturmalı. Hem de bana bunu yapanlar Uzun yıllardır Avrupa’da yaşamış, ikinci dillerini su gibi konuşan, iyi bir eğitim görmüş toplumda “Saygın” bir itibara sahip kişilerdi. Ne yazık ki bu toplumun erkeklerinin beynine kazınmış  “üstte” olma fikri o kadar derin ki hiçbir şey onları bu fikirden alıkoyamıyor. Neyse ki Hakim Kadın mahkemedeki halimi görmüş, zorlandığımı anlamış kendi inisiyatifini kullanarak birkaç ibare koydurmuştu feragatnameye… İşin ilginç yanı ise sadece ailemdeki büyük erkeklerin değil, büyük kadınların da pes etmemi dört gözle beklemesiydi…  Onlar da ailemdeki büyük erkeklerin haklı olduğu görüşündeydiler. Hatta tokat yediğim o gecenin ardından ailemdeki büyük kadınlardan biri “ Sen de attırmasaydın!” demişti. İşte beni asıl üzen tokat yemek değil, hem cinsimin mirasımı istediğim için beni tokat yemeğe değer görmesiydi…  Bütün bu yaşadıklarımı düşünürken bir yandan da başka kadınların başlarına neler geliyor diye endişe etmeye başladım… İşte bu röportaj sayesinde Hülya Hanım’dan aldığım gücü size ulaştırmaya çalışıyorum. Bir önceki röportajımda Leyla’nın Hikayesini okuyanlar anımsayacaklardır. Ne diyordu Leyla? “Ben artık kimsenin hiçbir şeyi olmak istemiyorum. Ben sadece Leyla’yım. Ve Leyla olarak yaşamak istiyorum” Bu röportajın hepimizin içindeki Leyla’yı uyandırmasını diliyorum…  

Sizce Türkiye’deki kadınların en temel sorunu nedir? 2002’de değiştirilen Medeni Kanun Kadına ne tür yenilikler getirdi? Ve bu yenilikleri yeterli buldunuz mu?

Türkiye’deki kadınların ana sorunu Ülkemizdeki aile modelinin ataerkil bir model olmasıdır. Kadın Hareketi 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun’da çok önemli değişiklikler yaptı. Bunların en önemlisi aile reisliği kavramının kaldırılmasıydı. Karı-koca kavramı bile değiştirildi. Kadın eş ve erkek eş kavramı getirildi. Aile içinde çocuk bakımı gibi bütün işlerin eşit paylaşımı kuralı getirildi. Aile için harcanan emeğin ister evde çalışılsın ister ev dışında çalışılsın,  eşit ekonomik değerde olduğu ilkesi kabul edildi. Buna bağlı olarak da evlilik içinde edinilen malların eşit paylaşılması kuralı geldi. Hatırlayanl,ar olacaktır. Medeni kanunun aile reisliği kavramının kaldırılması dahil olmak üzere bütün maddeleri değiştikten sonra konu evlilik içinde edinilen malların nasıl paylaşılacağına geldiği zaman zamanın MHP Milletvekili Orhan Bıçakçıoğlu adeta meclisteki erkeklerin önemli bir bölümünün sözcüsüymüş gibi meclis çatısı altında: “Karılara yedirmeyiz” dedi. Bu söz üzerine kadınlar ayaklanıp Ankara’da Meclise gittiler. Mecliste bu söylemin geri alınması ve evlilik içinde edinilen malların eşit paylaşılması kuralı gelsin dediler. Çok enteresan tartışmalar oldu. Bu mal rejimi görüşmeleri boyunca… Orhan Bıçakçıoğlu ve kimi Milletvekilleri panik içerisinde üzerlerindeki malları başkalarına kaydırarak eşlerinden mal kaçırmaya çalıştılar. Basına da yansıdı bu yaptıkları. Hatta Orhan Bıçakçıoğlu eşiyle beraber kameraların karşısına geçti. ”Mal sorununu hallettik. Eşim kendi üstünde olanları da bana devretti. Mutluyuz, gururluyuz” diyerek kamuoyuna bir an önce kadınlardan mal kaçırılması gerektiğini bir milletvekili aracılığıyla anlatmış oldular.  O dönemki bir Fazilet Partisi Milletvekili şu soruyu sormuştu kadınlara ve topluma: “Yani ben 60 yaşına kadar çalışacağım. 60 yaşına gelince 20 yaşında bir kızla evleneceğim. Malımın yarısına ortak mı olacak?” Bu soru bir toplum açısından ürkütücü bir soruydu. Birincisi evlilikten önce edinilen mallar da paylaşılacak diye toplum yanıltılıyordu. Oysa ki, evlilikten önce edinilen mallar paylaşılmayacak, sadece gelirleri ortak sayılabilecekti.  Bir Milletvekilinin aradaki farkı bilememesi çok acıydı. İkinci olarak hiçbir kadın 60 yaşına geldim 20 ‘lik delikanlıyla evlenirsem mallarım ne olacak diye hayal bile kuramaz. Yok öyle bir hayali kadınların! Bunu düşünmeye kalkan bile toplumdan dışlanır. Ama bir erkek Milletvekili, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bu soruyu sorabildi. Maalesef bu mal rejimi tartışmaları sırasında çok ağır hakaretlere maruz kaldı kadınlar. Keşke o zaman çok daha güçlü bir ses verilebilseydi bunlara karşı. Örneğin; yine bir Milletvekili “Bir tabak kuru fasulye yapan kadınla milyonlarla oynayan borsacı bir kadının emeği eşit mi olacak?” diye sordu. Yani kadının ev içi emeğini bir tabak kuru fasulye pişirmeye indirgeyip Milyon dolarlık borsacının o trilyonları nerden ve hakla kazandığını sorgulamayan bir tartışma açmaya çalıştı. Aynı şekilde bir Milletin Vekilinin Mecliste trilyonluk Müteahhit ile öğretmen eşinin geliri eşit mi sayılacak? Sorusunu sorabilmesi çok acıdır bir ülke açısından. Öğretmenlik gibi her fırsatta kutsal sayılan, sayıldığı iddia edilen bir mesleğe siz karnını bile doyuramayacak kadar para veriyorsanız sizin Meclis olarak Hükümet olarak bundan utanmanız gerekir. Bir Müteahhit niçin trilyonlar kazansın? Bir öğretmen neden yoksullukla mücadele edeceği bir maaşa reva görülsün? Eğer topluma katılan değer karşılaştırılması yapacak isek öğretmenlerin emeğinin çok daha değerli olduğunu teslim etmemiz lazım. 1060 maddelik medeni kanunun herşeyi değişirken konu kadınların edindiği mallara geldiği zaman birden bire erkek Milletvekillerinin ayaklanması dönemin adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ü istifanın eşiğine getirmişti. O bile pes demişti bu vahşice itirazlar karşısında. Zaten bu mücadele, bütün partilerin ittifak ile evlilikte edinilen malların evliliklerin başından itibaren değil, evliliklerin 1 Ocak 2002’den sonrasında paylaşılması ile sonuçlandı ve 17 Milyon evli kadının ömürlerinin bütün gelirlerini erkeklerin üzerine yazan bir kuralla sonuçlandı.

Türkiye’deki kadın-erkek eşitliği tartışmalarını nasıl buluyorsunuz?


Türkiye’de Kadın-erkek eşitliği konusundaki söylem bir devlet propagandası ile aşındırılıyor. Siz “Eşitlik değil, eş değerlik”, “kadınlarla erkeklerin fıtratları farklı” gibi söylemlerle toplumdaki kadın-erkek eşitliği fikrini aşındırırsanız; zihinlere kadınlarla erkeklerin eşit olmadığını, farklı olduğunu yerleştirirseniz miras hakkı dahil olmak üzere kadınların tüm haklarını o toplumda tartışmalı hale getirirsiniz. Nitekim Türkiye’de yaşanan süreç budur. Benim son uğraştığım davalardan bir tanesi oldukça inançlı ve iddialı alevi bir babanın tüm mal varlığını yaşarken tek erkek çocuğunun üzerine geçirme davasıdır. Kadın-erkek eşitliğine inandığını söyleyen bir inancın mensuplarının bile cinsiyetçi propagandanın etkisi ile kız ve erkek çocukları arasında ayrımcılık yaptığı; kız çocuklarına “yabancı erkeklerin eşleri” gözüyle bakarak, kendi ailelerinin bile “geçici misafirleri” olarak davrandığı bir ülkede yaşıyoruz.

Sizce Türkiye’deki Kadınlar miras hakları konusunda bilgilendiriliyorlar mı?


Kadınların haklarını öğrenmesi çok önemli. Bilgi güçlendirir. Hakları bilmek ille de onu kullanmak anlamına gelmiyor. Bilginin kendisi kadını güçlendirdiği gibi o hakka saldıran kişiyi durdurmanın yollarından da biridir. Türkiye’de ne yazık ki 1 Ocak 2002 ‘de yürürlüğe giren edinilmiş mallara katılma rejimi ile evlilik içinde edinilen malların kadınlarla eşit paylaşması konusunda kamuoyuna kısmen doğru bazen yanlış da olsa bir bilgi verildi. En azından artık ayrılırken her şey eşit olacak fikri var kadının kafasında. Maalesef miras konusundaki yeni düzenlemeyi birçok kadın -hukukçu bile- henüz bilmiyor. Çünkü topluma anlatılmadı. Çünkü sistemin işine gelmedi! Yeni durumda kadınların şunu bilmesi gerekiyor.

Bir örnek vermemiz gerekirse Eşi vefat etmiş bir kadının miras paylaşımında alacağı hisseyi anlatır mısınız?


Birincisi; Evlilikte bir eş öldüğünde sağ kalan eşin oturulan ev konusunda evin bedelini ödeyerek o eve sahip çıkma hakkı vardır. İkincisi; Sağ kalan eş mal rejimi nedeniyle alacağı o mal varlığının %50’sinin değerine sahip olacak. Kalan yarısı mirasçılar arasında paylaştırılacaktır. Sağ kalan eş, kalan %50’lik bölümünün içerisindeki kendi miras hissesini de alacaktır. Yani kalan %50’nin 4/1’ini de miras hakkı olarak alacaktır. Maalesef yasayı çıkarmak yetmez. O yasayı topluma anlatmak gerekir. Türkiye’de bu yapılmadığı için hala bu miras konusunda kadınların bu yeni hakkından kimse haberdar edilmiyor. Kadınların önce bu hakka sahip çıkması lazım. Ne yazık ki 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren Medeni Kanunun gerek evlilik içinde edinilen malların paylaşma rejimi, gerekse miras konusunda getirdiği düzenlemeler iktidardaki parti tarafından kabullenilmedi.

Türkiye’de kadının miras hakkı hakettiği miktar üzerinden değil, razı “oldurulduğu” miktardan tasarlanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Peki Kadınlar miras haklarını alamasınlar diye nasıl kandırılıyorlar? Sık kullanılan yöntemleri tüm kadınları uyarmak açısından söyleyebilir misiniz?
Burada kadınları mirastan yoksun bırakmak için uygulanan yöntemler konuya göre mirasa göre değişen yöntemlerdir. Kadınları noterden feragatname vermesi sağlanıyor. Miras işlemlerini yapabilmek için birimize vekaletname verilmesi gerekiyor deniyor. Ya da şöyle bir evrak hazırlanması gerekiyor denerek içeriği bilgilendirilmeden kadınlardan feragatname alınıyor. Bu en yaygın kullanılan yöntemlerden bir tanesidir. Kadınların bu tür belgeleri asla imzalamaması gerekir. Bu tür durumlarda baroların kadın komisyonları var. Mutlaka oralara başvurup bilgi almaya çalışmak gerekir. Boş kağıt imzalamak, boş senet imzalamak, noterden feragatname, vekaletname adı altında birtakım belgeler vermek konusunda kadınların çok dikkat olması gerekir. Bunları kesinlikle yapmasınlar. Miras haklarına sahip çıkmak istiyorlarsa bu tür şeylere “Hayır” demeleri gerekiyor. Çok rastladığımız bir diğer yöntem ise sağlığında erkek çocuklar üzerine satış göstermektir. Türkiye’de aile içinde birbirine satış yapma geleneği yoktur. Türkiye’nin geleneklerinde aile içi satış olmadığı halde miras genellikle büyük erkek çocuğa veriliyor ya da diğer erkek çocuklar arasında paylaştırılıyor sağlıkta. Tabii bu da tapuda tescil ettiriliyor. Buna rağmen bu olacak açık bir mirastan mal kaçırma amaçlı muvazaa’dır. Muvazaa’da sahte bir satış işlemidir. Gerçek amaç diğerlerini miras payından men etmektir. Bu yüzden zaman aşımı süresi olmaksızın bu tür satışlarda muvazaaya iptal davası açılabilir. Bir diğer kadından miras kaçırma durumu da şudur. Örneğin karı-koca evin inşaatında beraber katkıda bulunurlar. Kayınpedere ait arazi üzerine bir apartman yaparlar. Eşlerin boşanması halinde kadının hiçbir hakkı yok denir. Buna rağmen kadın dava açılabilir. Arsanın bedeli ile inşaatın bedeli karşılaştırılır. Orada kimin ne kadar maddi katkısı ve emek gücü katkısı olduğu hesaplanır buna göre de alacaklar talep edilebilir.

Türkiye’de ailenin büyük kadını bile sırf kız çocuklarına mirastan pay kalmasın diye malların erkek çocukların üzerine yapılmasını sağlıyor. Tıpkı benim ailemde de olduğu gibi. Peki buna ne diyeceksiniz?


Maalesef öğretilmiş kadın-erkek rolleri diyebilirim. “Erkek ailenin direğidir!” denir. Anayasa Mahkemesi bir kararına, “Türkiye’nin geleneksel yapısı soyun erkek üzerinden yürümesi üzerine kuruludur. O yüzden evli kadın kocasının soyadını alacaktır. Ve çocuklar da kocanın soyadını alacaktır” anlamına gelen sözler yazmıştır. Toplum modeli, insan soyunu erkeğin temsil etmesi üzerine kurulunca, kadınların da bu modeli sürdürmesi bekleniyor. Tabii ki kadınların çoğu da bu tuzağa düşmüş oluyor.

Bazen siz de kadınlara yardım ederken hem cinsinizden ihanet görüyor musunuz?


Şu anda şiddet üzerine yapılan kamuoyu araştırmalarında kadınların %  45’i itaatsizlik ettiklerinde dövülebileceklerini düşünüyor. Dolayısıyla bu tür şeylerle her zaman karşılaşıyorum. Kadın oldurulma süreci içerisinde sistem defolu kadın istemiyor. Defolu erkek de istemiyor. Tıpkı Bülent Arınç’ın dediği gibi kadın uysal, itaatkar, topluluk içerisinde kahkaha atmayan, mahrem, namahrem bilen, yüzü kızaran, boynunu eğen, gözünü kaçıran bir profilde olmalıdır. Çizilen kadın profili uysal, haklarını aramayan, sesini yükseltmeyen bir kadın modelidir. Yine Bülent Arınç “Eve iki araba almayalım. Lüks araba alalım ama tek araba alalım. Benzin yetiştiremiyoruz” açıklamasında lüks aracı erkek için istemiştir. “Kadınlar cep telefonuyla konuşmasın. Çok ve gereksiz konuşuyor. Cep telefonu masraf oluyor” lafı, topluma kadınların cep telefonlarını kontrol altında tutun mesajı veriyor. Şimdi devletin en üst katından bu mesajı verdiğinizde bu vatandaş ne yapar? Bu “Devlet” Büyüklerinin mesajlarının yarısı kadınlara: “böyle davranmalısınız” diye, diğer yarısı da erkeklere “böyle davranmayan kadınların cep telefonlarını sınırlayın, kontrol altına alın” diye…

Hülya Gülbahar: “Kadınlar boşanma hakkını kullanmak istedikleri için öldürülüyorlar”


Sisteme itiraz eden kadınlara da yalnızlaştırma, marjinalleştirme politikası uygulanıyor. Ama bu politikanın başarılı olması Türkiye’de pek mümkün değil. Çünkü Türkiye’de çok güçlü bir kadın hareketi var. Türkiye’de kadınlarda ciddi bir uyanış var. Çok önemli bir bölümü kendisine dayatılan kurallara itiraz ettiği için ölümü göze alıyor. Ve bazıları hayatını kaybediyor. 21. Yy’da Dünya’da boşanma hakkını kullanmak istediği için öldürülen kadın var mı? Türkiye’de kadınlar kitleler halinde boşanma hakkını kağıt üzerinden fiilen kullanabilmek için ölüyorlar. Aynı şey miras hakkı için de geçerli. O zaman bu toplumun bu rolleri tümü ile değiştirmesi gerekiyor. Şu anda günde en az 5 kadın öldürülüyorsa Türkiye’de kadın-erkek eşitliği meselesinin çok sert geçtiğini söyleyebiliriz. Şu anda Türkiye’deki devlet politikası kadın-erkek eşitliğine inanan bireyleri pasifize etmek üzerine kurulu. Erkeğin reisliğinin üzerine dayalı. Kadının sadece annelik işlevi üzerine sınırlandığı bir toplum modeli şu anda hem muhafazakar yığınlara hem de muhafazakar olmaya yığınlara enjekte edilmeye çalışılıyor. Tek tip bir yaşam tarzı benimsetmeye çalışılıyor. Kızlı erkekli oturmayın, içki-sigara içmeyin gibi. Bu model sadece o siyasi görüşün taraflarına değil toplumun bütününe yayılmaya çalışılıyor. Eşitliğe inanan insan sayısı toplumda giderek azalıyor. Bu bir toplum için alarm veren bir durumdur.

Peki kadınlar bunca baskıya rağmen ne yapmalı?


Tüm kadınların yapacakları birçok şey var Öncelikle korkmayacaklar. Kendi hayatlarına, kendi kararlarına müdahale anlamına gelen tek bir bakışa, tek bir söze bile taviz vermeyecekler. Birçok kadın bu tür bakışlara, laflara izin vererek, aslında farkında olmadan kendi hayatlarının kontrolünü o erkeklere devretmiş oluyorlar. Bir bakışla, sözle başlayan bu kontrol, tokat, yumruk, tekme ile süregidip cinayete kadar varabiliyor.

Gülbahar: “Yıllar evvel erkek arkadaşım bluzumun düğmesine bir bakış atmıştı. O bakışın mesajı, bir düğme daha iliklemen gerektiğiydi ”


Yıllar evvel erkek arkadaşım bluzumun düğmesine bir bakış atmıştı.  Ne diyeceğimi bilememiştim. O bakışın mesajı, bir düğme daha iliklemen gerektiğiydi. Hiçbir şey söyleyemedim, ama o düğmeyi de iliklemedim. İş orada bitti! Bir daha da, bu tür bir müdahalede bulunamadı.
Kadın cinayeti dediğimiz şey bazen bir bakışla başlar. O bakışa verdiğiniz tepki ile hayatınızı şekillendirirsiniz. Ya hayatınızın kontrolünü kendi elinizde tutarsınız, ya da karşınızdakine devretmiş olursunuz! Onun için daha o ilk söz, ilk bakış edildiğinde tavır koymak gerekir…