Ali Erol Ağabey’in cenaze namazına katılmak ve âhiret yolculuğuna kendisini teşyî edenler arasında bulunmak üzere, rahatsızlığıma, o gün için, İstanbul’da yağan sulu kar ve şiddetli poyraza rağmen, İstanbul-Üsküdar, Büyük Selimiye Camii’ne gittim. 
Cami avlusuna giriş kapılarında, Emniyet güçlerinden üniformalı polislerin, Cami’e gelen herkesi, didik didik, çok titizlikle aradıklarına şahid oldum. Ayrıca, avludaki ve cami’deki cemaat arasında, sivil giyimli polislerin de olduğu câlib-i Dikkat idi. 
Cami avlusuna her bir taraftan akın akın, cemaat geliyordu. Camii’n içi tamamen dolmuştu. İkindi namazına takriben, 30 dakîkalık bir zaman olmasına rağmen, Cenaze’nin bulunduğu, Camii’n kıble tarafındaki, güneşten ve yağmurdan korunma maksadıyla konulan büyük şemsiye’lerin bulunduğu mahal’de, cenaze’nin hemen arkasında, cenaze namazı nizamında büyük bir kalabalık saf tutmuştu. Oysa, Cenaze Musallâ’ya konulur, gelenler hürmeten, bir fâtiha üç ihlas okurlar, sonra, vakit namazını kılmak için cami’e geçerler, Cenaze’nin yanında oğullarından, torunlarından bir-kaç kişi beklerler, diğerleri ayrılırlar. 
Geçmişteki ba’zı uygulamaların ışığında, acabâ! İkindi namazı beklenilmeden cenaze namazı kılınıp defin için yola mı çıkılacaktı? 
Etrafımdakilere sordum, bir şey söylemediler. Bunun üzerine, “Kardeşlerim, cenaze namazından önce eda etmemiz gereken Farz-ı Ayn ikindi namazı var! dedim. Cami tamamen dolu, dediler, belli ki, Cenaze’nin hemen arkasında kaptıkları yeri kimselere bırakmak istemiyordular. “Hasırlar var, üstelik, yağmurun yağmadığı kuru mekanlar var, hasırların üzerinde yağmurun yağdığı mekân’da da namaz kılınabilinir,” dedim. 
Hasırlar çıkarıldı, önce kuru mekân’lara, ba’zılarını da yağmurun yağdığı açık yerlere serdiler. Camii’de sünnetler eda edilmiş, kâmet okunuyordu. Kimisi, başından, kimisi ikinci, üçüncü, hattâ dördüncü rek’atta imam’a uydular. Böylece, Farz-ı Ayn olan ikindi namazı cemaat’le eda edilmiş oldu. Selâm verilince, bilhassa, genç’ler, engelli, 100 metre koşusu gibi, engelleri bertaraf ederek, yaşlıları, ortayaşlı’ları, ayakta durmakta, yürümekte güçlüğü olan ihtiyar ve hastaları, cenaze’nin velilerini-yakınlarını iterek, yerlere düşürerek, Cenaze’nin hemen arkasındaki, sulu kar’dan, yağmur’dan korunaklı Mahalde saf tuttular, yerlerini aldılar. 
Birileri, bu genç’lere, yaşlılara, hastalara, Cenaze velî’lerine-yakınlarına asgarî hürmeti öğretmediler mi? 
Saf tutuldu, Cemaatin büyük bir kısmı, Cenaze namazı için Camii’n içinde saf tuttular. 
Tezkiye ve helâllik alınır. Cemaatin büyük bölümü, sulu kar ve sert esen Poyraz fırtınasına ma’ruz bulunduğu halde, Meyyit’in başında, dakikalarca, Mahâsinîn’den bahsedildi. Oysa ki, Mevtâ’nın başında, onun Mahâsinîn’den bahsetmek İslâm öncesi, Câhiliyye geleneğidir, sünnete muhâlif, bid’attir. 
Namaz kılınıp, Ruhu için el-Fâtiha! denildiğinde, taputa dokunmak için öylesine bir izdiham yaşandı ki, benim gibi hasta-sakat, yaşlılar, ortayaşlı’lar, insan selinin arasında kaldık. Ayaklarımız yerden kesildi, nefes alıp-veremez hale geldik. Neredeyse, bir-kaç kişinin daha cenaze namazını kılacaktık. 
İzdihâm anında, istenmeyerek bir hayli hırpalanmış güç’ten kuvvetten düşmüştüm. Cami avlusundaki Bank’lardan birisine oturdum, sulu kar ve Poyraz fırtınası altındA bir müddet bekledim. Cenaze çoktan defnedileceği mekâna götürülmüş, ulaşmak üzereydi. Bu bakımdan defin sırasında, maalesef, hazır bulunamadım. 
Yâ! Esefâ! Zihinlerde, tereddütler ve suallere yer vermeyen, ehl-i sünnet akidesine tam uygun, cenâze namazı ve teşyî cemiyetleri yapamayacak mıyız?!... 
Bilindiği gibi, defin, Karacahmed’de Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’in civarında, Huzur-u Ma’neviyyesinde yapılmıştır. Hazır bulunamadığım için görmedim. Fakat bilâhere, telefon mükâlemeleriyle öğrendiğime göre, defin sırasında ba’zı nâhoş hareketler olmuştur. 
Azîz Kardeşler! Bu şiddet, hiddet, kin, buğz, bahl, hased ve adâvet niçin? Hele böylesine, şen’î bir hareketin, Cenab-ı Hakk’ın, lütfen ve keremen, Zâtı’nın, esmâ ve sıfatlarından, “Raûf”, ve “Rahîm,” isim ve sıfatlarını kendisine izâfe ettiği, Sevgili Peygamber’imiz, Haz.Muhammed-Mustafa sall’allâhu aleyhi ve sellem Efendimizin, bitemâmihâ ve bikemâlihâ Vârisi olan, Vârisü’n-Nebî, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid’in huzurunda vuku bulması daha da vahimdir. 
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe 9/128)
(Cenab-ı Hak, bu âyette, kendi isimlerinden olan, “Raûf,” (çok şefkatli, “Rahîm,” (çok merhametli) sıfatlarını Peygamberimize izâfe etmiştir. 
Şefkat ve merhamet Peygamber’inin Vârisi, Haz.Peygamber’in şefkat ve merhamet sırrına sâhip, Haz.Üstazımız, ta’kibat için, kendisini karakollara ve mahkemelere celp için gelen Emniyet görevli’lerine bile, ra’fet ve Merhametini gösterir, onlara ikram’da bulunur, “Sizler, verilen emirleri yerine getirmekle me’mûr kişilersiniz, ma’zûrsunuz,” buyururlardı. 
Bırakınız, böyle Âlîcenap bir Zât’ın Huzur-u Ma’neviyyesinde şiddet uygulamayı, hiddet ve nefret kusmayı, yüksek sesle normal konuşma bile yakışmaz. Gerçek ma’na’da, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’ndan olan hiç kimse, ama hiçbir kimse, böylesine bir terbiyesizlikte bulunamaz. 
Hazreti Üstazımızın Süleymaniye Sahn-ı Semân ve Medrese-i Kuzattan arkadaşı olan, Dersiâmlardan birisi, 1924’de medrese’lerin kapatılması üzerine, yapılan teklifleri değerlendirmiş, diğer ba’zı Medrese-i Kuzât me’zunları gibi, hâkimlik mesleğini tercih etmiş, Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde hâkimlik yapmış, sakalını bıyığını kestirmiş, şehir kulüplerinde içki-kumaş işret ne varsa her şeye dalmış... 
Âgah ve mütenebbih olduğunda, maddi-ma’nevî her şeyini kaybettikten sonra İstanbul’a dönmüş, daha önceden tanıdığı birisi vasıtasıyla, İstanbul, Taksim-Harbiye’de bulunan Fransız Kız Lisesi’nin bodrum katında, gün görmeyen, ışık almayan bir oda’ya yerleşmiş, Mektep-Yatılı okul olduğu için, öğrenciler ve vazifeliler için çıkarılan yemekten yiyor, böylece burada barınıyormuş. O yıllar’da, buralarda, Müslüman ahâli oturmadığı için, civarda, sadece gayrimüslimlerin apartmanlarında, apartman hizmetlisi olarak çalışan Müslümanların çocukları bulunuyordu. Bu zât teker teker, bu aileleri ziyaret edip, “Çocuklarınızı bana gönderin, en azından, onlara Zarûrât-ı Dinyye’lerini öğreteyim, onlara Kur’ân-ı Kerim’i öğreteyim,” demiş... Ba’zıları, çocuklarını bu zât’a teslim etmişler. Öncelikle, çocuklara Zarûrât-ı Diniyye’lerini öğretmiş, ba’zılarına da Kur’ân okumayı... 
Müceddid, Süleyman Efendi Hazret’leri haber alınca, talebe’den bir-kaç kişi yanına alarak kendisini ziyâret eder. Talebe okuttuğu için çok teşekkür eder, telefon numarası ve adres bırakır, herhangi bir ihtiyacı olduğunda, mutlakâ kendisine haber göndermesini, her ihtiyacının karşılanacağını ifadeyle, defe’atle teşekkür eder ve ayrılırlar. 
Arkadaşlığın, dostluğun, digergamlığın, vefa’nın bundan daha güzel bir örneği var mıdır? 
Hazreti Üstazımız, zaman zaman, latîf latîfe’lerde bulunur, “Eş-Şerîkü Ke’l-Kardeş ve levkâne Kızıbaş!” buyurdular. Ticârette şerik (ortak), sefer’de refîk (arkadaş), içtimâî hayatta muniu, (ünsiyet kesbettiğiniz) herkes, inancı, mezhebi, meşrebi, dünya görüşü ne olursa olsun, kardeşi gibidir. Osmanlı Medrese’lerinde okumuş, dersiâmlık mertebesine yükseldiği halde, ameli olmayan, “Süleyman Efendi! Ramazan gününde, kuşluk vakti, pastırmalı omlet yiyip, öğle vaktinde, Üsküdar, Gülnûş Vâlide Sultan Camii’nde, oruç’un faziletinden bahsetmek, ne hoş bir tezâd,” diyebilecek kadar fasık ve fâcir, Bosnalı, Sarı Abdullah ile bile münasebetlerini kesmemiştir. 
Yine, Hazreti Üstazımızın bir başka latîfesi:
- “Men Kazara Liahîhi Çukure Fakat Düşere Kendüsi,” 
Ey Genç ve Ortayaşlı Kardeş’lerim! Bugün sizler, Hazreti Üstazımızın ilk talebesi, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın evvelleri için, kuyu kazarsanız, bir müddet sonra kazdığınız kuyuya kendiniz düşersiniz. Sizin, bugün bulunduğunuz yerlerde gözü olanlar çoktur. 
Hazreti Üstazımızın Rahle-i Tedrisinde bulunmuş, himmetleriyle Müftülük-Vâiz’lik imtihanını kazanmış, Hazreti Üstazımın sevk ve idaresiyle, tasarrufu ile, hata ve savaplarıyla hizmeti sebkat edenleri ta’n, Haz.Üstazı gücendirir, gayretü’l-llâha dokunur. (Devam edecek)...