MEKKE’NİN FETHİ:

Mekke’nin Fethi vak’ası, yalnız İslâm Tarihinde değil, insanlık tarihinde de bir eşi ve örneği gösterilemeyecek derecede ibretâmiz tablo’larla doludur. Her savaşın bir veya birden çok sebebi vardır. Mekke’nin fethiyle neticelenen “Gazvetü’l-Fethi,” (Fetih harbinin), yegâne sebep ve sâîkı, Hudeybiye Musâlaha-nâmesi’nin Kureyş tarafından ihlâl edilmiş olmasıdır.

Hudeybiye Muâhede-nâmesinin bir maddesinde: Bu muahede’nin Kureyş’e mahsus olduğu, Kureyş’den başka Arap Kabilelerinin iki muahidden dilediği tarafın ahd-ü emanına girebileceği tespit edilmişti. Muâhede teâtî edildikten sonra, bu maddeye göre Huzâa Kabilesi Resûlullah’ın, (Huzâa Kabilesi ile Resûlullah arasındaki dostluğun temeli, tâ İsmail aleyhisselâm zamanında atılmış ve devam edip gelmiştir.) Beni Bekir de, Kureyş’in ahd-ü Emânına girdiklerini ilân etmişlerdi. Bu iki Kabile arasında öteden beridir sürüp gelen bir husûmet vardı. Aralarında kanlı muharebeler vukû bulmuştu. Hicret-i Nebeviyye’nin 8. yılı, Şaban ayında, bu husûmet yeniden baş gösterdi. Beni Bekir Huzâa’ya baskın yaptı, kan döktü. Kureyş tarafından da fiîlen yardım gördü. Huzâa Kabilesi halkı Harem-i Şerife iltica ettikleri halde Benî Bekir Harem’in hürmetini de ihlâl ederek orada da saldırdılar. Bunun üzerine, Benî Huzâa Medine’ye kırk kişilik bir hey’et göndererek Resûl-i Ekrem’den yardım istediler.

Yardım edileceği va’ad olunmakla beraber, Kureyş’e de bir Murahhas gönderilerek

a) Huzâa maktüllerinin diyetlerinin ödenmesi.

b) Yâhud Beni Bekir ile muahede’nin feshedilmesi.

c) Yâhud da Hudeybiye Muslaha-nâmesi’nin feshedilmiş sayılması şıklarından birisinin kabul edilmesi Kureyş’e teklif olundu. Kureyş, üçüncü şıkı kâbul ettiğini bildirdi. Bilâhere bunun kabulünün çok hatalı olduğunu anlayarak, Ebû Süfyanı Medine’ye göndermiş, Ebû Süfyan Ashab’ın ileri gelenlerine ve Fâtıma Anne’mize müracaat ederek Muâhede’nin yenilenmesine delâletlerini rica etmiş ise de, bu isteği yerine getirilmemiştir. Ve bir taraftan da büyük bir gizlilik içinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz sefer hazırlığı’na başladılar. Gifâr, Eslem, Eşcâ, Müzeyne, Cüheyne, Süleym kabîle’lerine “Allah’a iman edenler silahlanarak Ramazan’ın ilk günlerinde Medine’ye gelsin,” diye haber gönderdi.

Bu kabîle’ler halkı, Resûlullah’ın sadâkatlerine son derece i’timâd ettiği kimselerdi. Huzâa Kabile’sine de, Mekke yollarını tutup emniyet altına almalarını emretti. Aynı zaman’da, Resûlullah kendisini aksi istikâmette meşgul göstererek Necid cihetine bir seriyye hazırlayıp gönderdi.

Mekke Seferi, “Gazvetü’l-Fetih,” çok gizli tutuluyordu. Tevhîd’in büyük babası, Haz.İbrahim Halilu’llâhın hafîdi (torunu) bütün Peygamber’lerin Ulusu Hazreti Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem, tevhidi i’lâ (yükseltme) ve şirki imha etmek üzere, Hicret-i Nebeviyye’nin sekizinci yılında, Ramazan-ı Şerif Ayının onuncu günü, Allah’ın tevfîk ve inâyetinde sığınarak şanlı ordusuna Mekke’ye doğru hareket emrini verdi.

Maksadım, İslâm Tarihinden, Peygamber’imizin Gazavât’ından sahneler sunmak değil. Burada mevzu’umuzla çok yakın münasebeti olan bir vaka’yı naklederek sizlere bir mukayese imkânı sunmaktır. Buhârî’nin, “Gazvetü’l-Fethi Fî Ramazan,” babından ayrı olarak açtığı, “Gazvetü’l-Fetih,” başlığı ile açtığı bir başka bab’da zikrettiği, Hâtıp İbn-i Ebî Beltea’nın Mekke’lilere bir mektup gönderdiğini, bu mektubunda, Resûlullah’ın Mekke üzerine harp hazırlığı yaptığını bildirdiğini hikâye ediyor. Sonra da Mekke’nin Fethi Vaka’sının başlangıcı olan bu Mektup Mes’elesini bu suretle rivâyet ediyor:

Haz.Ali İbn-i Tâlip der ki; (Hatîp İbn-i Ebî Beltea’nın bu mektubu Resûlullah’a vahy ile bildirilmiştir). Resûl-i Ekrem beni, Zübeyr’i, Mikdâd’ı bu mektubu bulup getirmeye me’mûr etti: Şimdi gidiniz, Hah bostanı’na kadar ilerleyiniz. Oraya vardığınızda, Mahfe içinde (devenin sırtına yüklenen ve insanların içine oturdukları sepet). yolcu bir kadın bulacaksınız, yanında bir mektup vardır. Onu alıp bana getiriniz! buyurdu.

Haz. Ali buyurur ki; biz atlarımızı koşarak gittik. En sonu bostan’a vardık. Hakîkaten orada Mahfe içinde bir kadın bulduk. Kadına:

- Şu mektubu çıkarsana! dedik. Kadın:

- Benim yanımda hiçbir mektup yoktur! diye inkâr etti. Biz kadına:

- Çâresiz, ya sen mektubu çıkarırsın, yâhud biz elbiseni soyup bulacağız! dedik. Kadın çâresiz saçının hotozu arasından çıkardı. (Bir başka rivâyete göre de uçkurluğundan çıkardı.) Biz de mektubu alıp Resûlullah’a getirdik.

Mektupta: Hâtıp İbn-i Ebî Beltea’dan Mekke müşriklerine unvanı yazılı olduğu, Münderecâtında, Resûlullah’ın harp hazırlığı yaptığının bildirildiği görüldü. Buhârî şârihlerinden, Şârih Aynî’nin bildirdiğine göre, bu mektup şu meâlde idi. “Emma ba’dü, (bundan sonra), ey Kureyş cemaati! Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem size karşı mühim bur kuvvetle varıyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bir ordu sel gibi akacaktır. Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah üzerinize yalnız başına gelse de Allah onu size gâlip kılacaktır ve verdiği va’di yerine getirecektir. Vaktiyle başınızın çaresine bakınız! Ve’s-Selâm.”

Mektup taşıyan bu kadın’ın ismi Sarâ’dır. Hatıp bu kadına (mektubu müşriklere ulaştırması için) on dinâr vermiştir. Resûl-i Ekrem Mekke’nin fethi günü bu kadının Ebû Süfyan’ın karısı Hind ile beraber öldürülmesini emretmişti. Fakat bu kadın, Abdülmuttalip oğullarının azatlı câriyelerinden bulunduğundan afvolunması rica olunmakla afvolunmuştur. Haz.Ömer radiya’llâhu anh’in hilâfeti zamanına kadar yaşamış, nihayet bir suvârî’nin atının çiğnemesi üzerine ölmüştür.

Bu mektup, ilk bakışta, böylesine bir mektubun yazılması, düşman’a, müşriklere gönderilmesi bir casusluk hareketi olup, vatan’a, dine, Resûl-i Ekrem’e ihânet gibi görünüyor.

Bu vaziyet karşısında Resûl-i Ekrem Efendimiz hayretler içerisinde ve bir hey’et müvâcesinde mes’eleyi tetkik buyurdu. –Zirâ, Hâtıp, Ashâb-ı Bedir’dendi. Bedir Mücâhid’lerindendi.-

- “Ey Hâtıp bu ne iştir?! diye sordu. Hâtıp şöyle cevap verdi:

- Yâ Resûla’llâh, acele etme, kerem buyur!... Ben Kureyş’e andlaşarak bağlı bir kişiyim. Fakat hiçbir zaman ben Kureyş’in mahremi ve samîmî bir ferdi olmadım. Yâ Resûla’llâh! Maiyetinizde mühâcirlerden bu kadar kimseler vardır ki, bunların Mekke’de ailelerini, mallarını koruyacak akrâbası vardır (Benim ise himaye edecek kimsem yoktur). Nesep cihetiyle olan bu boşluğu, Mekke’liler arasında minnetdârlar kazanarak doldurmak ve bu suretle akrabâmı himaye etmek istedim. Yoksa bu işi dinimden dönmek fenalığıyla işlemedim. Ve ben Müslüman olduktan sonra kat’iyyen küfre râzı olmam.

Hâtıp İbn-i Ebî Beltea’nın bu müdefaası üzerine Resûlullah orada bulunanlara:

- Hâtıp size karşı kendisini amma müdafaa etti? buyurdu. (Fakat bir türlü asabiyeti geçmeyen Haz.Ömer:

- Yâ Resula’llâh, beni bırak da şu münafığın boynunu vurayım! dedi.

- Resûlullah:

- Yâ Ömer! Hâtıp, Bedir Gazasında hazır bulundu. Ne bilirsin? Ola ki, Allahu Teâlâ Bedir’de hazır bulunanların âlî mücâhedelerine muttali olmuştu da: Ey Bedir Yârânı bundan böyle ne dilerseniz işleyiniz. Ben mü’minleri (âhirette) sizin için afvedeceğim! diye taltîf buyurmuştur, dedi. Bunun üzerine, Allâhû Teâlâ, “Ey o iman edenler! Düşmanlarımızı ve düşmanlarınızı dost edinmeyiniz! Siz onların gönlüne sevgi bırakıyorsunuz. Halbuki onlar Hak’tan size gelen (Kitab)’a küfretmişlerdi. Onlar Peygamber’i ve sizi Rabbiniz Allah’a iman etmenizden dolayı (Yurdunuzdan) çıkarıyorlardı. Eğer siz benim yolumda, rızamı dileyerek cihada çıktınızsa (onlara meyledip sır vermeyiniz!). Siz onlara severek sır veriyorsunuz. Halbuki ben, sizin gizlediklerinizi de, açıkladıklarınızı da pek iyi bilirim. Sizden her kim düşmanı dost edinirse, şüphesiz ki o, düz yolda şaşmıştır,” meâlindeki âyeti kerimeyi inzâl buyurmuştur.

Müfessir Mücâhid’e göre, bu âyet-i Kerime’nin Hâtıp ile onun gibi Mekke müşriklerine sır vermek gafletinde bulunanlar hakkında nâzil olmuştur. Böyle olduğu âyeti Kerime’nin sarahatından anlaşılmaktadır. Ebû Ömer de: Âyette ve Ey Mü’minler hitabında Hâtıp da dâhil bulunduğundan Cenab-ı Hak Hâtıb’ın imanına şehâdet etmiştir,” demiştir.

Hâtıp İslâm uğuruna büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bunlardan birisi ve en önemlisi, Hudeybiye dönüşünde ve Hicretin 6. Yılında Peygamber Efendimiz tarafından bir mektupla, Mısır ve İskenderiyye Melîki Mukavkıs’a gönderilmesidir. Bu sefâretinde İbn-i Ebî Beltea, Mukavkıs’ın yanında beş gün kalmış ve ba’zı hediyelerle dönmüştür. (Bu hediyeler: Düldül adında beyaz bir katır, Gufeyr adında bir merkep elbise ve başka şeylerle Peygamber’imizin oğlu, İbrahim’in anası, Mâriye ve hemşiresi Şirin idi. Resûlullah Şirin’i, Hassân İbn-i, Sâbit ile evlendirmişti.) Hâtıp İbn-i Ebî Beltea Ebû Bekr es-sıddık’ın hilâfeti zamanında da Mısır’a gönderilmiş ve Mısırlılarla sulh akdetmiştir. Bu sulh, Amr İbn-i As’ın, Mısır’ı, Hicretin 20.yılında fethi zamanına kadar mer’iyette kalmıştır. Hâtıp tâcirdi. Vefatında dörtbin dinar nakid ile pek çok servet bıraktı. Hicretin otuzuncu yılında vefat etmiş ve namazı Haz.Osman tarafından kıldırılmıştır. Rıdvânu’llâhi aleyhim Ecmaîn...

Cenab-ı Hakk’ın izâfe buyurduğu gibi, Raûf ve Rahîm, (Şefkatli ve Merhametli), Şefkat ve rahmet Peygamber’i, Ashabından, müşriklere casusluk yapan birisini bile afvetmiştir.

Daha önce de bir vesiyle ile yazmıştım. Bir seriyye’de, “Lâ ilâhe illah, Muhammedün Resûlullah!” diyen birisini katleden ve sürüsünü zapteden Üsâme bin Zeyd’i, en azından diyet ödemeye mahkûm etmek yerine afvetmiş, isti’ğfâr etmesini bir köle ezad etmesini emretmişti.

Lütfen, şiddet, hiddet, buğz, kin, hased ve adavet gösterdiğiniz bu insanların geçmişlerine bir atf-ı Nazar ediniz. Bunların, Haz.Üstaz’ın huzurunda ve onun emri ve tasarrufu altında yaptıkları hiç mi hayırlı bir işleri yoktur. Farz ediniz ki, yoktur; yine de, bu kin, bu nefret, bu buğz, bu hased ve bu adâvet niye!..

Yurdumuzun Doğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde, maalesef, “Kan Da’vâ’sı” hüküm sürmektedir. Karşı taraftan bir ferdi bile görmeye tahammül edilmez. Ancak, Kan da’vâ’lılardan bir taraf, ferden veya topluca, tebrik için düğün derneğe, ta’ziye için cenazeye geldiğinde-geldiklerinde, akan sular durur, büyük bir saygıyla karşılanır, i’tibâr olunur.

Ey Kardeşler! Cenazeye iştirâk eden ve ta’ziyelerini sunmak isteyen bu Zevât’ın, Kan Da’vâ’lılar kadar bile i’tibarları yok mudur?

Ali Erol Ağabey, İmam-ı Rabbânî Evlâdı arasında, ihvân ve ahavâttan en uzun ömürlü olanıydı. İtaat içinde uzun ömür, ne Saâdet!...