Bir de, amel ve ibadetin en iyi suretini aramaktan meydana gelen bir vesvese, şüphe ve kuruntu vardır ki; takva yani Allah’ın emirlerini tutup azabından korunmanın böylece daha iyi gerçekleşeceğini sanmaktan ileri gelir.

Bu zannediş ve sanış şiddetlenip arttıkça hâl yani içinde bulunulan durum ona şiddetlenir. Hatta öyle bir dereceye varır ki, o adam, amelin / ibadetin daha iyisini ararken, -yazık ki- harama düşer. Bazen bir sünneti araması / Hz. Muhammed’in yaptığını yapmak istemesi, bir vacibi / dinen yapılması zorunlu olanı terk ettiriyor.

“Acaba amelim / dinen yapılan işim, sahih / doğru oldu mu?” der, iade eder / tekrar yapar. Bu hâl devam eder. Son derece yeis ve ümitsizliğe düşer. Şeytan şu hâlinden istifade eder, onu yaralar. Halbuki bu gibi vesvese, şüphe ve kuruntu, Mutezile mezhebinde olanların işidir. Çünkü onlar derler:

“Sorumluluk sebebi olan fiil, iş ve şeyler; kendi özünde, ahiret / ikinci sonsuz hayat bakımından; ya hüsnü / güzellik ve iyiliği var, sonra o hüsne dayanarak emredilmiş; veya kubhu / çirkinliği var, sonra ona dayanarak nehyedilmiş yani yasaklanmış.

Demek eşyada / şeylerde, ahiret ve hakikat açısından olan hüsün / güzellik ve kubuh / çirkinlik, zâtîdir / kendine aittir. Emir ve Allah’ın yasaklaması ona bağlıdır.”

Bu mezhebe göre, insana her işlediği amel ve ibadette şöyle bir vesvese gelir: “Acaba amelim aslındaki gibi aynen güzel surette yapılmış mıdır?”

Fakat hak mezhep olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat yani amel ve inançta Hz. Peygamber ve Ashabına uyanlar derler ki:

“Cenabı Hak bir şeye emreder, sonra hasen / güzel olur; nehyeder / yasaklar, sonra kabih / çirkin olur.”

Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik gerçekleşir. Hüsün / güzellik ve kubuh / çirkinlik, mükellefin / emir ve yasakları yapacak olanın bilgisine bakar; ona göre yapar veya yapmaz. Bu şekildeki hüsün / güzellik ve kubuh / çirkinlik ise, sûrî / görünüşte ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki ahirete bakan yüzdedir.

Mesela, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki, namazını ve abdestini fesada verecek / bozacak bir sebep gerçekten varmış. Fakat senin ondan hiç haberin yok. Bu durumda senin namaz ve abdestin hem sahih / doğru, hem de hasen / güzeldir.

Mutezile mezhebinde olan yani meseleleri sırf akılla izaha çalışan, aklî esaslara dayanarak kul fiilinin yaratıcısıdır demekle kaderi inkâr yoluna giden ve hak mezheplerden ayrılan inanç ve itikadî bir fırkaya mensup kişi der:

“Hakikatte kabih / çirkin ve fasit / bozulmuştur. Fakat senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin ve özrün var.”

Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine / amel ve inançta Hz. Peygamber ve Ashabına uyanlara göre; şeriatin / dinin zahirine / bilinen kurallarına uygun şekilde işlediğin ameline, “Acaba sahih / doğru olmuş mu?” deyip, vesvese etme. Fakat, “Kabul olmuş mu?” de; gururlanma, ucba girme / kendini beğenme. Çünkü dinde hareç / zorlama ve baskı yoktur.

Madem dört mezhep haktır. Madem istiğfara / affa ihtiyaç duyulan kusuru anlama ise gurura sebep olacak güzel amelin görülmesine -böyle vesveseli adama- tercih edilir.

Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse / af dilese, daha iyidir. Madem böyledir, sen vesveseyi at, şeytana de ki:

“Şu hâl, bir hareçtir / zorluktur. İşin aslını bilmek güçtür. Dindeki yüsre / kolaylığa zıttır. ‘Din kolaylıktır. Dinde zorluk, sıkıntı yoktur.’ esasına aykırıdır. Elbette, böyle amelim, bir hak mezhebe uygundur. O bana yeter.

Hem en azından ben aczimi itiraf ederek ibadeti usûlüne uygun şekilde yerine getiremediğimden; af isteyip yalvararak Allahın bağışlamasına sığınıp, kusurum affolunmak, kusurlu amelim / ibadetim kabul olunmak için, hiçliğimi gösterir bir yakarışa vesile ve sebeptir.”