(Maalesef) Abbasîler döneminde şahsî saltanat iyice yerleşti. Çünkü iktidarlarında yabancıların otoritesi söz konusuydu. Diğer Müslüman hükümdarlar da, aynen böyle davrandılar ve din bilginleri de onlara paralel hareket etti! 

     Oysa selef-i salih âlimleri, Emevîler zamanında ve Abbasîlerin ilk dönemlerinde hükümdarları ve emirleri şiddetle kınıyorlardı. Ama daha sonra âlimlerin; yöneticilere paralel hareket etmesi dolayısıyla Müslümanlara uzak olanlar  -yakın olanlar da aynı ya-  İslâm'da egemenliğin şahsî bir despotluk olduğunu ve şura prensibinin ise isteğe bağlı güzel bir haslet olduğunu zannettiler ...

     Allah'ın Kitabı; işin şura ile olduğunu açıkça belirtmiyor mu ki, bu ilke sabit bir ilke olarak alınsın ve uygulansın? Sonra siyasetinde ve yönetiminde heva ve hevesine uymaktan münezzeh (uzak) olan Peygamber'ine ... istişarede bulunmasını emretmiyor mu ki, Müslümanlar şura ilkesini terk edip bunu uygulamayı istemiyorlar? 

     Halbuki onlar ... kamu işleri bakımından Kur'an'da kendilerine hitap edilen kimselerdir. Buna ek olarak Müslümanların hükümdarları; öyle zulümler, öyle baskılar yaptılar ki, bu konuda İslâm'ın hatta bütün  insanlığın yüz karası haline geldiler. 

     Ancak bunlara katılmayanlar, bütün gücünü; âlemin onların şerrinden rahatlaması için harcayanlar bundan müstesnadırlar. (MENAR  TEFSÎRİ, Şeyh Muhammed Abduh, Muhammed Reşid Rıza, Cilt: 4, Çevirenler: Heyet, 3 / Âl-i İmran / 159)

     (Halbuki) Parlamenter sistemin en önemli özelliklerinden birisi, belki de en başta geleni terminolojik ifadesiyle “ehl-i hal ve'l-akd” kuralının işlemde olmasıdır. 

     Parlamenter sistem; insanların hesap verdiği ve hesap sorulduğu sistemdir...Parlamenter sistemin özünde var olan “ehl-i hal ve'l-akd”in üzerinde durmak istiyorum: 

     Sözlükte ehl sahip, hal azletmek, çözmek, akdi bağlamak, düğüm atmak ve seçmek anlamına gelir. Ehlü'l-Hal ve'l-Akd; bir İslâm amme hukuku terimi olup, Cumhurbaşkanını seçme ve gerektiğinde onu azletme yetkisine sahip olan kimselerin oluşturduğu meclistir. 

     Meclis, bir danışma ve şura görevini yapan bir kurumdur. İstişare yapılan bir müessesedir. Bundan dolayı Âyette: “Onların işleri aralarında şura (danışma) iledir.” (42 / Şura / 38) buyurulur. Bu âyet, Devlet idaresinin Müslümanlar arasında şura esasına dayandığını ifade etmektedir. 

     Ayrıca, Müslüman toplumun; Cumhurbaşkanını kontrol edecek, devlet işlerini düzenleme ve yürütmede ona katılacak bir topluluğu seçip görevlendireceğine işaret etmektedir.

     Kimlerin Cumhurbaşkanı adayı ve kimlerin de seçmen olacağı âyet, hadis veya icma ile belirlenmemiş, ancak İslâm'ın genel prensiplerinden hareket edilerek ehlü'l-hal ve'l-akd meclisi üyelerinde şu vasıfların bulunması öngörülmüştür:

     1. Adâlet: Bu üyelerin her yönü ile doğru bilinen, takva ve mürüvvet sahibi olması gerekir. Bu vasıf, İslâm'ın emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşir.

     2. Bilgi: Adayda, İslâm'ın aradığı şart ve vasıfları bilmeye yeterli ilim sahibi olmak.

     3. Görüş ve hikmet sahibi olmak: Adaylar arasından bu göreve en lâyık, maslahat bakımından daha uygun ve daha bilgili olanı seçmeye götürecek bir görüş ve insanları tanıma kabiliyetine sahip olmak gerekir. (Halil Elitok, Yeni Asya, 17 Mart 2017)

     (Çünkü) “ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb'usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer'î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikate  misal, eski hükûmet-i müstebide, yeni hükûmet-i meşrutadır.” (Divan-ı Harb-i Örfî)

     (Evet) yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i mebusan (bugün TBMM), ümmetin (milletin) fikirlerinin ifadesi olan meşveret-i şer'î ve bir toplumun ve devletin kuvvetini ifade eden hürriyet-i efkâr (fikir hürriyeti) devletimizi taşır ve idare eder ve bütünlük içinde uyumlu hareketini sağlar. Eski zamanda bile tek şahsın fikri; devletin idaresine ancak yarı kâfi gelirken, fikirlerin geliştiği ihtiyaçların çeşitlendiği, dünyanın en uzak köşesiyle bile her konuda iletişim halinde olunduğu bu zamanda; tek şahsın fikirlerinin yeterli gelemeyeceği ifade edilmektedir. (Hasan Koç, Yeni Asya, 18 Mart 2017)