“İş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da, artık Allah'a dayanıp güven.” (3 / Âl-i İmran / 159.)

     Hz. Ömer'in, şûrâ'yı belli kişilere tahsis etmesi; ... danışmanların çokluğu durumunda doğmasından korkulan fitneden de sakınarak, bu temel ilkeyi hayata geçirmede benimsediği tamamen kendisine ait içtihadıdır. 

     Hz. Ömer'in şûrâ'yı aralarında gerçekleştirdiği o kimseler; ümmetin içinde belli bir mertebe ve görüş sahibi kimselerdi. Bu kişiler ittifak ettiğinde ümmet bunların görüşlerine boyun eğer, ihtilâfa düştüklerinde ise onlara yapışırlar. Çünkü üyelerden her birinin arkasında kendisini Müslümanların başına geçmeye ehil gören bir grup insan vardır. 

     Hz. Ömer'in seçtiği kimseler, ûlü'l-emr pozisyonundadırlar veya ûlü'l-emr'in seçkinleri ve liderleriydiler. Şûrâ'ya lâyık olanlar da bunlardı. Nitekim bu hüküm, Kur'an'da ûlü'l-emr'e itaati emreden ayetten anlaşılmaktadır. 

     Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır. “Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar. Hâlbuki onu, Rasul'e veya onların arasından işin içyüzünü anlayanlara arz etselerdi, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (4 / Nisa / 83) 

     Müfessirler arasında ulü'l-emr hakkında iki görüş olduğu bilinen hususlardandır. Bunlardan birincisine göre ulü'l-emr, ülkeyi yöneten idarecilerdir. İkincisine göre ise, ulü'l-emr âlimlerdir. Bazıları bunu “fukaha” şeklinde ifade ederler. 

     Malumdur ki, Hz. Peygamber'in yanında yönetici bir sınıf olmadığı gibi, adına fukaha denilen bir ilim adamı sınıfı da yoktu. O halde güvenlik, korku ve bu nitelikteki kamu işleri, kendilerine havale edilen ulü'l-emr'den maksat, bunların ümmet içindeki görüş ve mertebe sahibi kişiler olduklarıdır. Ümmetin maslahatlarını, muhafaza yöntemlerini bilen ve halkın ekserisi nazarında görüşleri makbul  olan kişiler bunlardır. 

     Hz. Ebu Bekir'in ve Ömer'in yaptıkları, kendi zamanlarında ümmetin haline ve yeteneklerine göre, “şûrâ”yı hayata geçirmede yapılması mümkün olanın en iyisidir. Öte yandan Müslümanlar Hz. Osman'ın katlinden sonra, “şûrâ”yı düşünmeden, hemen Hz. Ali'ye biat etmeye koşmuşlardır. Çünkü Hz. Ali'de gördükleri yeterlilik, hakkında düşünüp taşınmayı gerekli kılan bir başka adayı kabule izin vermiyordu. 

     Şu halde raşit halifelere biat ümmetin rızası neticesi olmuştur. Onlar her hususta ilim ve görüş sahibi kimselere danışıyorlardı. Ne var ki Emevîler Hz. Osman'ın etrafını sarmışlar, ümmetin ona sunacağı düşünceyi bastırmışlardı. Bunun neticesinde bilinen fitneler olmuş, sonunda halkla istişare ile değil; asabiyet ve deha gücüyle idare onlarda kalmıştı. İslâm'da “şûrâ” prensibini yerle bir edenler bunlar olmuştur. 

     “Şûrâ” prensibini hayata geçirecekleri, onu koruyan kanunlar koyacakları ve ilimlerin, marifetlerin ve bayındırlık işlerinin ilerlemesine bağlı olarak, ümmeti bu ilkeden istifade ettirecekleri yerde, onu yerle bir edenler Emevîler olmuştur. 

     Eğer bu yaklaşım olmasaydı, dairesini fetihlerle genişlettikleri bu hükümranlık; hem kendi nefsinde hem de onların ellerinde daha sağlam, İslâm'ın şanı daha büyük, yayılması daha fazla ve daha yaygın olurdu. 

     Üstelik Emevîler'in bu istibdatlarının büyük bir kısmı, kendi saltanatlarını korumaya,  hükümranlığın kendi aileleri elinde kalmasına yönelikti. Hükümranlıkta pek azı idare ve yargı tarafından paylaşılıyordu. Yöneticileri tenkit ve onları kınama, en mükemmel bir durumdaydı. Ama sonunda Abdülmelik b. Mervan söz konusu özgürlükten hiç hoşlanmadı ... 

     Minberde: “Kim bana 'Allah'tan kork!' derse onun boynunu vururum!” dedi. Buna karşılık Emevîler, beytülmalı keyiflerine göre kullanıyorlardı. Hilâfet, raşit halifelerin varisi Ömer b. Abdülaziz'e geçince, saltanatı kavminin elinden çıkarmak  istediyse de bunu başaramadı. 

     (MENAR  TEFSÎRİ, Şeyh Muhammed Abduh, Muhammed Reşid Rıza, Cilt: 4, Çevirenler: Heyet, 3 / Âl-i İmran / 159.)