Ben Eylül ayını severim. İnsan şöyle bir kendine gelir. Artık iş-güç, okul  zamanı başlamıştır. Hayatın biranda  toparlanıverir.  Balkon sefalarına devam edersin. Halen dışarının havası seni cezbeder.
İyisiyle kötüsüyle bir koca yaz daha geçti.
Balkonumuzda günlerce büyümelerini beklediğim her tarafın pislikten geçilmemesine rağmen temizlemeye üşenmediğim, kuş yumurtalarına kıyıp atmadığım günler…
Kuşlardan birinin ayağı çok uzundu, bir arkadaşıma sordum- bu ayak nasıl toparlanacak? Daha o bebek, dedi. Meğerse ayak doğuştan yada sonradan kırılmış.
Çocuklar çok üzüldüler, yaralı güvercine…
Sağlam kardeş annesi gelince bütün yiyecekleri ağzından alıyor ve bu bizim zavallı kuş aç kalıyor. Biz oraya bir şeyler koyuyoruz yemeği beceremiyor.
Derken mahalledeki veterineri arıyorum.
Sağ olsun beni dinliyor ve şimdilik kalsın eğer onu yalnız bırakırlar ve anne kuş diğer kardeşle giderse getirin diyor.
Sabah uyanıyorum yine arkaya düşmüş, onu bir bezle alıp( çünkü benim elimin kokusu bulaşırsa anne yanına yaklaşmazmış, tanımazmış) yerine koyuyorum.
Kaç kez karton kutularını değiştiriyorum.
Ve bir sabah uyanıyorum ki, anne ve sağlam kuş orada, yaralı kuş yerinde yok.
Balkondan aşağıya bakıyorum. Yok.
Kutuları çekiyorum yok…
Evdeki herkes çok üzülüyor.
Eşim yuvayı bozuyor sinirinden.  
Neden böyle yapıyorsun, diyorum. Ben onlara o yaralı kuş için göz yumuyordum, diyor. Şaşırıyorum içimden. Temizleniyor her yer, iz ve emare kalmıyor ortalıkta.
Anne kuş sanırım onu bir tarafa attı.

Öyle yaparlarmış…
Evde hepimiz üzülüyoruz yaralı kuşun bu şekilde gidişine.

*     *     *

Ben 'deniz' insanıyım, yeşilin huzuru, tebessümün aşığı, gün batımının hüznüyüm biraz.
Baharın gelişi ile yüreğim kanatlanır…
Daha koca bir yaz vardı önümüzde, pembe begonvillerin, leylakların, limon çiçeklerinin, yaseminlerin kokusuna doyduk bu yaz...
Sonra yine koşturmaca, sonbaharın düşen, sararan yaprakları ve ben Eylül’ü seviyorum.