BU YAZI DİZİSİ; 20 TEMMUZ 1974 KIBRIS BARIŞ HAREKÂTININ 42’NCİ YIL DÖNÜMÜ NEDENİYLE KALEME ALINMIŞ OLUP, ŞEHİTLERİMİZİN  AZİZ HATIRALARINA İTHAF EDİLMİŞTİR… -4-



BATININ DEĞİŞMEYEN DİLİ, GERÇEKLERİN SESİ:

Emekli General Nurettin Türksan’ın kitabından:

Sayın Türksan, “Yunan Sorunu” adlı kitabında: 13 Mart 1919 “Dörtler Konferans’ındaki konuşmaları aşağıdaki şekilde naklederek, 90 yıl önce, Batılıların Kıbrıs’a bakış açılarını ve zihniyetlerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu:

Loyd George : 
Niyetim, Kıbrıs’ı aynı şekilde Yunanistan’a vermektir.

Clemanceau: Unutmayınız ki, Berlin Antlaşması’na göre bu konuda benden izin almanız gerekmektedir.

Loyd George: Bu izni bana vereceğinizi ümit ederim.

Başkan Wilson: Yunanistan’a bu hediyeyi verebilirseniz büyük ve değerli bir iş yapmış olursunuz.

- ABD Senatosu 17 Mayıs 1920 tarihinde Henry Cabot Lodge’nin sunduğu aşağıdaki kararı kabul ediyordu:

“ Senato, Kuzey Epir’in, Kariça’nın, Ege’deki 12 adanın ve Anadolu’nun batı kıyılarının barış konferansı tarafından Yunanistan’a verilmesini kabul eder.”

- Yine ABD Senatosu, 21 Ocak 1920 tarihinde aldığı bir kararla Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini kabul etmiştir. 

 Bu suretle, ABD Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal etmesini teşvik ediyordu. Günümüzde bu örneklerin çoğalarak devam ettiğini görüyoruz. Batı ile sorunlarımızın başlangıcı, Türklerin Anadolu’ya girdikleri tarih olan 1071 yılıdır. Her nedense, Batı ve Hıristiyan dünyası Türk’leri ne Avrupa’da ne de Anadolu’da kabullenememiştir.

Unutulmasın ki;

Çağdaşlaşma olarak kabul ettiğimiz Batı değerleri ATATÜRK TÜRKİYE’SİNİN hedefidir. ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ ile bu hedefe mutlaka ulaşacağız.




ANAVATAN TÜRKİYE VE YAVRU VATAN K.K.T.C’NİN GENÇ EVLATLARI: 

Çok zor koşullar altında, uzun yıllar çetin bir mücadele vererek Kıbrıs Türk halkını önce sömürge yönetiminden kurtaran ve daha sonra Kıbrıs’ın kuzeyinde toplayarak bağımsız bir Türk Devleti’ni (KKTC) kuran, bugünün orta yaşlı kuşağı olan Anavatan ve Yavruvatan gazilerine kulak veriniz. Onlar sizin için canlarını ortaya koydular, şehit-gazi oldular. Emanete sahip çıkınız. Bu emaneti sizden sonra gelecek kuşaklara aynen teslim etmek sizin namus borcunuzdur. İkinci kez, bağımsız bir cumhuriyete sahip olmak pek mümkün değil. Böyle bir imkânı da hiçbir zaman bulamayacaksın. Bu nedenle, KKTC’nin Türkiye ve Kıbrıs açısından değerini iyi bilin. 

 Tüm şehitlerimizin aziz hatırları önünde minnet ve şükran duygularıyla eğiliyor, bu uğurda görev alan Gazi’lerimizi sevgiyle selamlıyorum. 

 Vatan onlara minnettardır…

 İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR:

. E.Yb.&Kıbrıs Gazisi &Yazar Atilla Çilingir’in 1974 Kıbrıs Savaşlarını ve sonrasında adada yaşanan süreci anlatan kitapları: (Özgürlük Nefesi, Girne’den Doğan Güneş, Unutanlar-Unutturulanlar-Ya da Hatırlayamadıklarımız, Elveda Kıbrıs Ama Bir Gün Mutlaka, Andımız Olsun ki Bu Topraklar Bizim, Tarihten Gelen Çığlık…)

. (E) Tümgeneral Ali Fikret Atun’un, İkinci Kıbrıs Seferi  



‘Özgürlüğe giden o yola doğru’

 “Kıbrıs’ta 14 Ağustos 1974’te gerçekleştirilen 2’nci harekâtın ilk saatlerinden beri civar köylerden kaçan ve araziye dağılmış olan Rum Milli Muhafız Askerleri, onlara komuta eden Yunanlı subaylar, sivil Rum milisler; Lefkoşa Rum kesimine geçebilmek için bizim ele geçirdiğimiz bölgeden geçmek zorundaydılar. Böyle olunca da pek çoğu birliklerimize esir düşüyorlardı. Bunların çoğunluğu yaşlılar, kadın ve çocuklardı. İçlerinde emzikli bebekler dahi bulunuyordu… 

 Yine grup, grup esirlerin getirildiği bir andı! Yaşlı bir karı, koca, 2-3 yaşlarında bir kız çocuğu ve genç kızdan oluşan 4 kişi­lik bir Rum aileyi toplayan askerlerimiz, bu grupla birlikte tabur karargâhımızın bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Gelen bu grup içindeki o küçücük Rum kızı bir an gözüme ilişti! 

 Aman Allahım! Türkiye’de bıraktığım kızım Ebuş’uma ne kadar çok benziyordu, aynı yaştaydılar sanki. Ben bu duygu seline kapılmışken, bu aileyi bulunduğumuz yere ve tam benim önüme getirdiler. O küçücük Rum kız çocuğu sanki kendilerine bir şey ya­pılacakmış ve bu emri de ben verecekmişim gibi iki elini de havaya kaldırmış bir şekilde bana dönerek; 

‘No, noooo! Help, help diyerek bağırmaya ve ağlamaya başlamıştı! 

Bir an kahroldum, ne yapacağımı şaşırmıştım! Küçücük ço­cuğa ne yapılabilirdi ki? Karşımda duran, bulunduğumuz bölgeye toparlanan yaşlılara, kadınlara, hamile annelere, kucağında emzikli bebekleri olan annelere, gencecik insanlara ne yapabilirdik? Onlar, bize kurşun sıkan Rum askerleri değildi ki! Onlar çaresizce hayata tutunmaya çalışan sivil halktı. Onlar Türk askerine teslim olmuş, aman dileyen çaresiz sivillerdi. 

Savaşın tüm acımasızlığının yaşandığı o zaman kesitinde gün batmış ve bulunduğumuz yerde, toplam 187 Rum sivil esirimiz ol­muştu. Onlar artık bizim namus ve şerefimize emanetti. Aman dile­yen insana el kaldırmak, zarar vermek bir kere dinimizce de günah­ların en büyüğü idi… 

Bu insanların hepsi aç ve susuzdu. 20 Temmuzdan – 14 Ağustosa kadar geçen süre neredeyse bir ay olmuş, toplanan esirler bu uzun sürede ne yapacağını bilmez bir halde oradan, oraya sav­rularak, güneye Rum kesimine geçmeye çalışmışlar ve bir şekilde de hayatta kalmışlardı. Görünen o ki, çok bitkindiler ve artık onlara göre yolun sonuna gelmişlerdi! Ne yapacaklarını bilmez bir haldey­diler! Çocuklar ağlaşıyor, yaşlılar dua ediyor; anlaşılan o ki, kadınlar, genç kızlar korku dolu gözler ile etrafı inceliyor, başlarına ne gibi bir felaketin geleceğinin hesabını yapıyorlardı… 

Ama yanılıyorlardı. İşte tam bu anda Türk askerinin, do­ğuştan gelen ve Türk Milletinin bir ferdi olmanın en önemli hasleti devreye giriyordu. Çünkü ‘Mehmetçik’ merhametliydi, bu güne kadar savaş mey­danlarında kendisinden aman dileyene asla zarar vermemiş, yan bak­mamıştı. 

Yine öyle oldu. 

Rahmetli bölük başçavuşum Banazlı Cafer Çınar Başçavuşu yanıma çağırarak, Rum esirlerin bu bitkin halini göstererek; ‘sana emir vermiyorum, sadece bu insanların durumunu gören önce­likle subaylarımdan, astsu- baylarımdan ve askerlerimden onla­ra yardım etmelerini, üzerlerinde bulunan yiyecekleri, suyu bu muhtaç insanlarla paylaşmaları için bu isteğimi onlara iletmeni istiyorum…” Dedim… 

 Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, susuzluktan dudakları parçalanmış, 18 Temmuzdan o ana kadar sıcak bir kaşık yemek dahi yememiş, sadece üzerinde taşıdığı birkaç peksimet, birkaç konserve ile hayatta kalmaya, çevreden buldukları ile beslenmeye çalışan be­nim o kahraman, yiğit askerlerim; mataralarındaki belki de son su damlalarını, üzerlerinde taşıdıkları son yiyecek lokmalarını; Rum bebekleriyle, yaşlı insanlarıyla, Rum anneleri ile paylaşmak için esir­lerin toplandığı yere getirip bırakmaya başladılar… 

Rum esirlerin yaşamış oldukları bu insanlık dramını içine sindiremeyen, belki de onların yerine bir an olsun kendi analarını, babalarını, eş ve çocuklarını koyan askerlerim; günlerden beri aç ve susuz olmalarına rağmen, savaşta bir asker için en önemli olanı ya­pıyor, onların açlığını bastırabilecek tüm yiyeceklerini ve sularını, Rum esirleri ile paylaşıyordu… 

Hele, hele öylesi bir olay yaşandı ki, bu hazin insanlık tablo­suna apayrı bir insanlık dersi katmıştı. Bu hüzünlü tabloyu gören bir askerim yanına gelerek: ‘Komutanım şu yakın mandırada inekler var. İzin ver bir koşu onları sağıp geleyim, esirler arasında be­bekli anneler var, savaş sütten kesilmelerine sebep olmuş. O bebelere yazıktır komutanım…’ 

Ne diyebilirdim ki? Bu yaşananların tümü insan olabilmenin erdemi ise bu erdemin adı: “Türk insanıydı, yüreği tertemiz Meh­metçikti.” 

İçlerinde İngilizce bilen olup, olmadığını sorduğumda; esir­lerin arasında bulunan 20 – 25 yaşlarında, yeşil gözlü, beyaz tenli, simsiyah saçları ile tam bir Rum dilberi görüntüsünde bir kız ayağa kalkarak, ‘Yes I am’ diye cevap verdi. 

Titreyen bedeni ile karşımda dur­du ama yüzünde mağrur bir ifade vardı…

İsminin Maria olduğunu ve Değirmenlik bölgesinde oturdu­ğunu, 19 Temmuz gününden beri büyük bir korku içinde oldukla­rını; Türk Askerinin adaya ayak bastığından beri güneye gitmek için yer değiştirdiklerini, ağabeyinin Kutsovendi köyündeki komando kampında asker olduğunu, savaş çıktığından beri, kendisinden ha­ber alamadıklarını ve şu anda kendilerini de nasıl bir sonun bekledi­ğini bilemediklerini ifade etti! 

Maria ile konuştukça, korku dolu bakışlarının kaybolduğunu fark etmiştim. Ona korkmamalarını, burada Türk Askerinin koru­ması altında olduklarını, kendilerine hiçbir zarar verilmeyeceğini söyleyerek, bize güvenmelerini ve bu söylediklerimi diğer esirlere aktarmasını söylemesini istedim. Ayrıca biraz kızgın, biraz da merak içinde bu kadar aç ve perişan olmalarına rağmen, askerlerimin on­lara vermiş oldukları yiyecek ve içeceklere neden dokunmadıklarını sordum? 

Maria biraz mahcup, biraz da korkulu bir yüz ifadesi ve ses tonuyla: 

Aralarında bulunan bir papazı işaret ederek, bu papa­zın: ‘askerlerimizin yiyecek ve içeceklerini esirlerle paylaştıktan sonra hiç birisine dokunulmamasını çünkü Türk Askerlerinin bunları kendilerini zehirleyerek öldürmek amacıyla verdikleri­ni’ söylediğini ifade etti… 

Bir anda büyük bir öfkeye kapılmıştım. Papaza hak ettiği der­si vermek istedim ama kendime hâkim oldum. ‘Mehmetçiklerimin’ esirler için bıraktıkları yiyeceklerden, içinde su olan mataralardan herhangi birisini seçerek, önce ben yedim ve içtim. 

Sonra da esirlere dönerek: 

‘İşte görün, eğer bana bir şey olursa hiçbir şeye dokun­mayın’ diye bağırdım. 

Beni büyük bir şaşkınlıkla izleyen o insanların, bu hareketim­den sonra; onlar için bırakılan yiyecek ve sulara nasıl saldırdıklarını izlerken, içim burkuldu, çok üzüldüm. O gece boyunca bu esirlere ne yapacağız diye düşünmüştüm! Zira aramızda kalmaları, büyük bir problemdi! 

Kendimize bile bulamamışken; onları besleyecek ne yiyeceği­miz, ne de suyumuz vardı. Esirlerin arasına çok güzel Rum kadınları ve genç kızlarının oluşu da ayrı bir problem oluşturabilirdi. Askerime­ bu konuda çok güveniyordum ama ne olursa olsun; ateşle barut yan, yana olmamalıydı! 

Ertesi sabah Tabur Komutanımın (Rahmetli Yarbayım Arap Burhan, nur içinde yatsın.) yanına giderek, bu esirleri ne yapacağı­mızı sordum? O da ne yapılacağının kararını bir türlü veremiyordu. Boğaz bölgesindeki esir toplama bölgesine göndermeye kalksak, nasıl ve hangi araçla gönderecektik? O sayıda insanı gönderebilecek ne aracımız, ne de başka bir imkânımız vardı. Bunun üzerine tabur komutanıma döndüm: 

“Komutanım, ben esirleri serbest bırakmayı öneriyo­rum” dedim. 

Bulunduğumuz yer Lefkoşa Rum kesimine iki, üç kilometre mesafedeydi. Hemen önümüzden geçen asfalt yolu (bu yol, Lef­koşa sanayi bölgesinin hemen önünden geçerek, tam cephe hat­tımızda bulunan, Rumların Eğlence köyüne ve Lefkoşa Rum kesimine gidiyordu…) takiben giderlerse; bir saat içinde kendi bölgelerinde olabilirlerdi. 

Tabur Komutanımız da bu önerimi uygun bulmuştu… 

Bunun üzerine süratle esirlerin bulunduğu yere giderek, Mariya’yı yanıma çağırdım. Kendine verdiğimiz kararı ve serbest bırakılacaklarını izah ettim ve en geç bir saat içinde Lefkoşa Rum kesimine gidebileceklerini söyledim. 

Mariya böylesi bir durumu yaşayan bir insanın ne yapması gerekiyorsa, onu yaptı. Önce bir sevinç çığlığı attıktan sonra; min­net duyguları ile yaşaran gözlerini, gözlerime dikerek; 

“Sizlere minnettarız, bizlere insanlık dersi verdiniz, çok teşekkür ederim. Şunu da belirtmek isterim ki, bu durum aynı şartlarda Türk kadınlarının ve kızlarının başına gelmiş olsaydı; bizim askerlerimiz, çoktan ırzlarına geçmiş, çoğunu da öldür­müşlerdi. Seni ömrüm boyunca unutmayacağım cesur Türk” diyerek, boynuma sarılmıştı… 

Kısa bir süre sonra 187 kişiden oluşan Rum esirlerin serbest olduklarını, hemen karşımızda buluna Rum kesimine gidebileceklerini öğrendikleri andan itibaren; o yaşlı insan­ların, emzikli bebekli annelerin, küçücük çocukların onları hayata kavuşturacak ‘özgürlüğe giden o yola doğru’ nasıl koşuşturduklarını, savaşın içerisinde yaşa­nan bu insan sefilliğini büyük bir üzüntüyle izledim… 

Hele, hele Türk askerinden aman dilemiş, bizim adaletimize sığınmış bu insanlara dokunmak, onlara zarar vermek; ne bizim askerlik şanımıza, ne de inancımıza yakışırdı. 

Sonuçta da öyle oldu. 

2’nci Harekâtın ilk gününde ve öncesinde, ‘onlar, o esirler’; savaşın o acımasız yüzünü gördüklerini; ölümle burun, buruna gel­diklerini sandıklarında, aslında bizim namus ve şerefimize emanet edildiklerini kavrayamamışlardı. 

Rum esirleri o gecenin sabahında özgürlüğe, yaşama doğru koşarlarken; 20 Temmuz 1974 ve sonrasında, Rum esirlerini serbest bıraktığımız o gecenin sabahında, Rum askerlerine, E.O.K.A çetelerine esir düşen eli silah tutmayan sivil Kıbrıs Türk Halkının; 

Bebek, çocuk, kadın, yaşlı demeden, insanlıktan nasibini almamış bu katiller sürüsü tarafından kahpece katledildiklerini, ancak harekâttan sonra ortaya çıkarılan toplu mezarlardan öğrenecektik.

Ve… 

Bu insanlık ayıbı; dünya var oldukça o gece bu katliamları yapan Rumların alnında kara bir leke olarak kalacaktı…

 (Bk: ‘Tarihten Gelen Çığlık-2010 - Atilla Çilingir’; Muratağa, Atlılar ve Sandallar katliamları, toplu mezarları)