Çehov’a göre tiyatronun ilk sahnesinde duvarda asılı bir tüfek veya belinde tabancalı bir aktör gösterilirse bu silahlar mutlaka ileriki sahnelerde kullanılacaktır. Uluslararası ilişkilerde de anlamlı olan bu kurala kısaca “Çehov’un Tüfeği” denir. ABD, Türkiye’ye karşı savaşan teröristlerin kucağına bir devleti donatacak miktarda silah verip bunları uzun süreden beri organize bir şekilde eğitmektedir. O halde bu silahların da kullanılması kaçınılmazdır. Caydırıcılık maksadıyla bu silahların yerleştirildiği, sıcak çatışma ihtimali olmadığı düşünülebilir. Ancak bu çapta silahların hedefi dikkate alındığında er-geç büyük bir savaş hazırlıkları sözkonusudur. Son ihtimal, “Tavuk Oyunu”nda olduğu gibi son ana kadar çatışmaya hazırmış gibi görünüp Türkiye’nin ciddi olduğu ortaya çıkınca silahları geri çekmektir. Ancak Beyaz Saray’daki başkanları aşan kurumların uzun yıllardır kararlılıkla sürdürdüğü stratejinin kendilerine göre tutarlı bir aşaması olan bu durum doğrudan savaşa geçiştir. Zaten Washington’da Türkiye’yi bu çapta bir savaşa sokma şehvetiyle yanıp tutuşan önemli lobailer var.

Sorulması gereken “Türkiye-ABD Savaşı”nın ne zaman çıktığıdır. Bu bağlamda “savaş”ın anlamına, kapsamına, hukuki açılımlarına bakmak gerek. Kitaplara göre savaş, diplomasi kanallarının tıkandığı, maslahatgüzarlık seviyesinde dahi ilişkilerin bittiği ve bir deklarasyonla “savaş” ilanının yapıldığı bir aşamadır. Alt seviyelerde dahi olsa iki ülkede de diplomatik misyonlar görevdedir. En üst seviye dahil iki ülke yöneticileri her fırsatta görüşebilmektedir. Bu durumda belki bir “vekâlet savaşı”ndan söz edilebilir.

Hukuki anlamda savaştan söz etmek zorlama olsa da fiilen iki ülke yıllardır savaşmaktadır. ABD’nin gücü dikkate alınarak bu gerçeği görmemenin bir anlamı bulunmamaktadır. Adı konmuş bir savaştaki ülkenin ekonomisi, turizmi, eğitimi ile birlikte karşı tarafta super gücün bulunması dikkate alındığında ne olursa olsun bu “adını koymayalım” mantığının bir anlamı yoktur. Esasen bu endişeyi dikkate alan saldırgan taraf her seferinde daha sert vurmakta, daha büyük tahribat yapmaktadır. Bu tahribat kapsamında ekonomi, turizm, eğitim, kültür de bulunmaktadır.

ABD’nin özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye coğrafyasına ilgisi ile birlikte bu savaşın başladığı kabul edilebilir. Hatta Boğaziçi Üniversitesi’nin selefi, Robert Koleji’nin kuruluşunda da bir savaştan beklenen sonuçlar hedeflenmiştir. Daha yakınlara gelirsek Johnson Mektubu da “teslim ol” veya “dediklerimi yap” anlamında olup bir savaş ile amaçlanan sonuçlara yöneliktir.

Yahudi, Ermeni veya Rum lobisinin gücünü kullanarak Türkiye aleyhine politikaların oluşmasını sağlaması, netice itibariyle devlet olarak ABD’nin saldırganlığını hafifletici sebep olamaz. Çünkü askerimizi öldüren, şehirlerimizi bombalayan teröristleri eğiten ve silahlandıran bir devlet sözkonusudur. Bu kapsamda adalarımızı Yunanistan’a bırakmamızı istemek de aynı anlama gelmektedir. Yeri gelmişken belirtelim ki Türkiye’ye ait olduğu tartışmasız adaların Yunanistan’a gizlice verilmiş olması mümkün değildir, çünkü Uluslararası Hukuk kaynağı olarak sözleşme gizli olamaz! Eğer geçmiş yönetimlerin böyle bir ihaneti varsa bu durum derhal en üst düzeyden açıklanmalı, hayatta olanlar yargılanmalıdır. Hukuken Türkiye’ye ait adaları “bizden öncekiler verdi” demek, Yunanistan’ın uluslararası yargıda kullanabileceği bir delil anlamına gelmektedir ki bu durum da ihanet anlamına gelir. ABD’nin bu konuda Türk yöneticilere tehdit ve talimatları bilinmektedir. Aslında bu da bir savaş öncesi aşama idi. Konuyu gündeme getiren muhalefet, bu aşamada kendi partisinden olanlar dahil gizli mutabakatla (buna oldu-bitti veya ayartma denir) bu ihaneti yapanların yargılanmasını talep etmelidir. Sorumluluk mevkiinde olanların da vatan parçasının elden çıkmasında düşmana müzaharat edecek beyanlardan kaçınması, fiili durumun kabul edilemez olmasını açıklaması ve koltuk uğruna adaları peşkeş çekenler hakkında yasal süreci başlatmaları gerekmektedir. Zira bu ihaneti yapanların halen hayatta olduğunu Dışişleri Bakanı söylemiştir.

PKK’nın terör faaliyetlerinde ABD’nin özellike İncirlik üzerinden verdiği destek aslında Türkiye savaş ilanıydı. Bunu siyasi ve askeri yöneticiler çok iyi bildiği halde belirtilen gerekçelerle atılan taşları (bombaları) “gül” kabul etmişlerdir. Bu örgüt üzerinden Türkiye’nin insan kaybı mesela Kurtuluş Savaşı’ndakinin on katını geçmiştir. Siyaset ve diplomasinin zorunluluklarına karşın akademik camianın bu ilan edilmemiş savaşı, yine ABD-İsrail eksenindeki yaklaşımla “Kürt Meselesi” olarak sunmaları ihanet değilse büyük gaflettir. ABD’nin 2003 Irak işgalinden sonra Kandil’in PKK üssü olarak kullanılması yine Türkiye’ye karşı fiili savaştır.

FETÖ organizasyonu görüntüsüyle CIA kontrolündeki 15 Temmuz darbe girişimi, ilan edilmemiş savaşın kaybedilmiş bir cephesidir. ABD istihbaratı çok daha önceden FETÖ üzerinden Türkiye’nin başta emniyet, yargı, eğitim olmak üzere devlet kurumlarını, kılcal damarlarına kadar işgal etti. Bu darbe girişimi, bazılarına göre TSK’yı itibarsızlaştırmak amacıyla da olsa devlet kurumlarındaki işgalin farkına varılması açısından farkında olmayarak Türkiye’ye yapılmış bir iyiliktir. Tıpkı 1975’deki silah ambargosu ile ülkemizin kendi silah sanayiini kurmak zorunda kalması gibi. Bu bağlamda kripto FETÖ’cülerin nicelerini FETÖ’cülük suçundan mağdur etmesini de bu savaşın ileri cepheleri olarak görüyorum. Mor beyin yazılımının, gizlice telefonuna by lock yüklenerek FETÖ’cülük suçlamasıyla mağdur olanların varlığının ortaya çıkması hayırlı bir gelişmedir.

Dinlerarası Diyalog ve devamında Arap Baharı tezgâhı çerçevesinde yaşananlar bütün bölgeye yönelik bir saldırıdır ki Türkiye de bundan nasibini almıştır. 

Sonuç olarak hukuken bir savaş sözkonusu değil. Ancak ABD’nin Türkiye karşıtı faaliyetleri, büyük bir savaştan çok daha fazla tahripkâr olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Bunları yok saymak, görmezlikten gelmek, daha büyük saldırılara davetiye çıkarmak demektir.