ABD’nin henüz altı ayını doldurmamış başkanı Trump’ın üzerinde karabulutlar dolaşmaktadır. Son durum itibariyle sorun Rusya ile bilgi paylaşımını aşarak çok daha önemli bir aşamaya gelmiştir. Başlangıçta konu, Trump ekibinin Rusya ile ilişkileri, gizli bilgi sızdırılması veya bu çerçevede anlaşmalar gibi iddialardı. Bu aşamalarda soruşturma konusu kişiler içinde başkan bulunmamaktaydı. Ancak bugünkü durumda Trump’ın soruşturmalar konusunda yargıyı engellediği suçlamasıyla bizzat kendisi savunma sandalyesine oturmak üzeredir. Benzeri pek görülmeyen bu olaylar zincirinin Beyaz Saray’ı oldukça zorlayacağı görülmektedir. Zaten Trump da açığa vurmamaya çalışmakla birlikte birçok konudan elini çekmiştir. Herşeye gücü yeter zengin işadamı pozisyonu pörsümeye başlamış, soruşturmaların sonucunu beklemektedir.

Türkiye’den bakınca bu süreçlerde kıskandıran durum, süper gücün süper başkanının yargıyı engelleme suçlamasıyla sanık sandalyesine oturma aşamasına gelmesidir. Eğer savcı iddialarını ispatlarsa bu durumda başkana yol görünebilir.

Beyaz Saray’ın karşısındaki caddede Kongre binası bulunmakta olup bu binanın önünde dünya tarihinde önde gelen devlet adamlarının büstleri yer almaktadır. Bunlar arasında Türk tarihinden Kanuni Sultan Süleyman’ın büstü de bulunmaktadır. Her ne kadar burada Muhteşem (the Magnificent) olarak vasıflansa da tarihimizdeki adının “Kânûnî” olmasına itibar ederiz. Başkanlık rejimiyle yönetilen ABD’de de kanunların her şeyin üstünde olması, yargıyı engellemenin büyük suç olarak kabul edilmesi, bu suç sahibini hiçbir gücün kurtaramaması doğrusu kıskandırmaktadır.

Bu arada beni hayal kırıklığına uğratan asıl olay ise Trump’ın 2015 Paris Sözleşmesi’ndeki imzasını çekme girişimi karşısında kamuoyunun yetersiz tepkisidir. Son derece önemli olan bu sözleşme batı rasyonalitesinin önemli bir başarısı olup toplumsal çevre bilinci buna dört elle sahip çıkmayı gerektirmekteydi. ABD halkının ise bu konuda daha ileri bir aşamada olduğunu zannederdik. Aslında farklı kanallardan ve çevrelerden birçok tepki geldi. Ancak önde gelen ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları caddelere dökülmedi, sosyal medyayı sarsacak kampanyalar başlamadı, insan ve çevre hakları kuruluşları konuyu yargıya götürecek girişimlerde bulunmadı. Sanki, sessizce bu gelişmeden çıkar sağlayacağı hesaplanarak kirli sular kendi akışına bırakıldı.

Belirtmek gerekir ki 1997’de benzer amaçlarla imzalanan Kyoto Protokolü’ne de ABD katılmakta direnmiş, Senato bu sözleşmeyi onaylamamıştır. 2015 Paris belgesi ise, Senato’yu devreden çıkarmak üzere sözleşme değil de anlaşma formatında hazırlanmıştır. Bu çerçevede başkanın belgeyi imzalayarak Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne göndermesi, ABD’nin buna katılması anlamına gelmektedir. Nitekim başkanlık kampamyasının başından itibaren Trump’ın bunu reddetmesine rağmen Obama sözkonusu belgeyi olabildiğince geciktirerek Ağustos 2016’da imzaladı, böylece ABD buna katılmış oldu. Aynı süreç sözleşmeden çıkış için de geçerli olup Senato’nun onayına başvurmadan yeni başkanın sözleşmeden çekildiğini BM’e bildirmesiyle çıkış süreci başlamaktadır. Bununla beraber yine belge hükümlerine göre anlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren üç yıldan önce taraflardan birinin bundan ayrılması sözkonusu değil. Bu durumda Turmp eğer Beyaz Saray’da oturabilirse ancak dönemin sonuna doğru böyle bir yazı yazabilecek.

Belirtmek gerekir ki çevre kirliliğinin en büyük sorumlusu sanayi devrimini daha 19. Yüzyılda gerçekleştirebilmiş olan zengin batılı ülkelerdir. Bunun maliyeti olarak sadece kendi ülkelerini değil atmosferi, denizleri ve karaları ile dünyanın birçok yerini yaşanmaz hale getirmişlerdir.

Günümüzde ağır (kirletici) sanayi önemli ölçüde azgelişmiş ülkelere ve başta Çin olmak üzere yükselen güçlere kaymaktadır. Nefes alamaz hale gelmiş olan Çin’in Almanya ile birlikte Paris Anlaşması’na sahip çıkması önemli bir gelişmedir. Buna karşın ABD başkanının bu belgeden vazgeçmiş olması ülke çapında karbondioksit salınımını azaltıcı tedbirlere engel olmayacaktır. Birçok eyalet kendi yetkileri dahilinde Paris belgesinden bağımsız olarak karbondioksit salınımını azaltacak tedbirleri adım adım uygulamaya koymaktadır. Kamuoyunun bu alanda beklenen duyarlılığı göstermemiş olması, ABD açısından felaket anlamına gelmemektedir.

Çevreyi en fazla kirleten tesislerin başında gelen demir-çelik-kömür sektörü batılı ülkelerde adım adım yok olmaktadır. Petrol ve doğalgaz kullanımını sınırlandırmak konusunda da önemli aşamalar kaydedilmiştir. Bu bağlamda Türkiye’de güneş ve rüzgâr enerjisi konusundaki yatırımlar sevindiricidir. Buna karşın yeni termik santrallerinin inşası kesinlikle kabul edilemez bir durumdur. Sadece kirli hava değil aynı zamanda başta kanser olmak üzere birçok hastalığın üreticis olup uzun vadede Sosyal Güvenli Fonlarını da eriten bu tesislere harcanacak para daha fazla temiz enerji kaynaklarına yönlendirilmelidir. Dalgadan enerji üretimi konusunda önemli girişimler sözkonusudur. Tıpkı güneş ve rüzgar için sözkonusu olduğu gibi termik santrallere gidecek para Karadeniz’in azgın dalgalarını enerjiye dönüştürecek yatırımlara yönlendirilmesi çok daha yararlı olacaktır.