ÖZET:

“Arap Baharı”nın estirildiği yıllarda, özellikle de Suriye krizinin başladığı 2011 sonrasında İran, Ortadoğu coğrafyasında önemli büyüklükte nüfuz alanları elde etmiş, Irak ve Suriye üzerinden Lübnan’a uzanan bir Şii Kuşağı oluşturmuştu. Diğer taraftan, Yemen’de Husilerle de işbirliği yapan İran, “Şii Kuşağı”nı, İsrail ve Suudi Arabistan açısından bir “Şii Kapanı”na dönüştürmüştü.  Çin’in en büyük enerji tedarikçisi İran, aynı zamanda, ABD’nin korkulu rüyası Yeni İpek Yolu’nun en önemli geçit noktalarından birisiydi.

Bu durum, İsrail ve Suudi Arabistan açısından olduğu kadar, bölgeyi kendi amaçları doğrultusunda yeniden düzenleme çabasında olan ABD açısında da bir tehdit olarak görülmeye başlanmıştı. ABD kurmaylarına ve İsrail’in ideallerine hizmet ettikleri oranda ödüllendirileceklerine inanan Evanjeliklere  göre, nükleer enerji üretme kamuflajı altında nükleer silah üretme konusunda da çalışmalar yapan İran mutlaka “kontrol altına alınmalıydı”. 

M. KEMAL SALLI (10.05. 2018)

 Tump, Obama döneminde İran’la imzalanan uranyum zenginleştirme anlaşmasını “çürümüş” olarak niteledi ve “İran’ın nükleer silah üretmesini engelleyemez” gerekçesiyle tek taraflı olarak anlaşmadan çekildiğini ve bu ülkeye çok ağır ekonomik yaptırımlar uygulayacağını açıkladı. 

Dünya şimdilerde bu şok kararı ve olası sonuçlarını tartışıyor. İsrail ve Suudi Arabistan Trump’ın kararını desteklerken, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya Trump’ın bu kararını “Tehlikeli bir adım” olarak değerlendirdiler. 

“Tehlikeli adım” kaygılanmasının nedeni, Trump’ın anlaşmayı iptal kararının arkasındaki gerçek hedefinin neler olabileceği ile ilişkili.. Yani Pentagon İran’ı vurmaya mı hazırlanıyor?

Yılbaşında Tahran’da yaşanan ve kısa sürede bastırılan kalkışmanın ardından, İsrail’in en geç yıl sonuna kadar İran’ı vurmaya hazırlandığını ilk duyuran Çin olmuştu. Daha sonra ABD’nin, Suriye’de sıkışıp kalmasına neden olan Rusya ve İran’ı Ortadoğu denklemi dışına savuracak formüller geliştirdiğine ilişkin bir dizi senaryo yayınlanmıştı. 

Trump’ın anlaşmada imzası bulunan diğer ülkelerin uyarılarına rağmen, anlaşmadan çekilmekte neden bu kadar ısrarcı olduğu, İran’ın bu tek taraflı uygulamaya nasıl yanıt vereceği, bu gelişmenin Ortadoğu’da ve dünyada ne gibi krizleri ya da çatışmaları tetikleyebileceği sorgulanıyor. 

TRUMP, “SÖZÜMÜ TUTTUM” DİYOR, AMA…

Trump seçim kampanyası sırasında da, Obama döneminde imzalanan bu anlaşmayı  “Bir utanç kaynağı” olarak değerlendirmiş ve başkan olduğunda bu anlaşmadan çekileceğini duyurmuştu. Platin saçlı başkan, “Teoride anlaşmanın, ABD ve müttefiklerini İran’ın nükleer bomba çılgınlığından koruması bekleniyordu. Fakat gerçekte, anlaşma, İran’ın uranyum zenginleştirmeye devam etmesine olanak sağladı” diyordu. 

Putin Rusyası ABD’nin askeri ve diplomatik ataklarına sürekli karşılık vermiş, Suriye’deki kazanımlarını elde tutmakta ve Akdeniz’de bayrak göstermekte kararlı olduğunu ortaya koymuştu. 

“Arap Baharı”nın estirildiği yıllarda, özellikle de Suriye krizinin başladığı 2011 sonrasında İran, Ortadoğu coğrafyasında önemli büyüklükte nüfuz alanları elde etmiş, Irak ve suriye üzerinden Lübnan’a uzanan bir Şii Kuşağı oluşturmuştu. Diğer taraftan, Yemen’de İran yanlısı Husilerle işbirliği yaparak, “Şii Kuşağı”nı İsrail ve Suudi Arabistan açısından bir “Şii Kapanı”na dönüştürmüştü. Ayrıca, Çin’in en büyük enerji tedarikçisi olan İran, ABD’nin korkulu rüyası Yeni İpek Yolu’nun en önemli geçit noktalarından biridir.

Bu durum, İsrail ve Suudi Arabistan açısından olduğu kadar, bölgeyi kendi amaçları doğrultusunda yeniden düzenleme çabasında olan ABD açısında da bir tehdit olarak görülmeye başlanmıştı. ABD kurmaylarına göre, nükleer enerji üretme kamuflajı altında nükleer silah üretme konusunda da çalışmalar yapan İran mutlaka kontrol altına alınmalıydı. 

UAEK, “İRAN ANLAŞMAYA UYDU” DİYORDU, AMA…

Obama döneminde (2015) P5+1 ülkeleri (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin ve Almanya) ile Tahran arasında, BM Güvenlik Konseyi adına, İran’ın nükleer silah üretmesini engelleyecek bir anlaşma imzalanmıştı. İran, bu anlaşma kapsamında, nükleer silah yapımında gerekli olan uranyum zenginleştirme çalışmalarında kullandığı 20 bin santrifüjden 15 binini devre dışı bıraktı ve o güne kadar ürettiği zenginleştirilmiş uranyumun yüzde 97’sini Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK)  gözetiminde yurtdışına çıkardı. 2030 yılına kadar da başka bir nükleer reaktör kurmama garantisi verdi. Bu anlaşma karşılığında da, İran’a uygulanan yaptırımlar aşamalı olarak kaldırılacaktı.

UAEK, çeşitli zamanlarda yaptığı 10 denetim sonrasında, İran’ın anlaşmaya uyduğunu onaylamıştı. Buna rağmen Trump, seçim kampanyaları boyunca, İran’la yapılan nükleer anlaşmayı, “ABD’nin bugüne kadar taraf olduğu en kötü ve en tek taraflı anlaşmalardan biri” olarak nitelemiş ve başkan olduğunda bu anlaşmadan derhal çekileceğine ilişkin söz vermişti. Aslında bu söz, İsrail’i “Vaad Edilmiş Topraklar”ına kavuşturmayı kutsal bir görev sayan Evangelist seçmenlere verilmiş bir mesajdı ve bazı önemli eyaletlerde Trump’ın Hillary Clinton’ın önüne geçmesinde etkili olmuştu. 

Trump, başkanlık görevini yüklenmesinin 15’inci ayında sözünü tuttu ve “Hiçbir zaman yapılmamalıydı. Bu yüzden bugün (8 Mayıs 2018) Birleşik Devletler’in anlaşmadan çekildiği ilan ediyorum” diyerek, İran’la imzalanmış olan nükleer anlaşmayı iptal ettiğini duyurdu. Trump bu adımı atmakla, İsrail çevresinde bir “Şii Kapanı” oluşturmuş olan İran’ın nükleer silah üretmesini engellemiş ve İsrail’in “Vaad Edilmiş Topraklar”ına kavuşmasını engelleyecek en büyük tehdidi ortadan kaldırdığına inanıyordu. 

 İran’la imzalanmış olan nükleer anlaşmayı iptal etmesi ve hemen ardından ABD’nin Tel Aviv Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıması, Trump’ın radikal Hıristiyanlık inancının (Evangelizm) bir sonucudur. Her Evanjelik gibi Trump da, İsrail’i, Nil’den Fırat’a uzanan vaad edilmiş topraklara ulaştırmayı kutsal bir görev sayıyor ve bu göreve hizmet edebildiği oranda ödüllendirileceğine inanıyor. 

ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence de aynı inancı taşıyor olmalı ki, Gazze’de yapılan katliamı görmezden gelerek şöyle diyordu

“İsrail’in yanındayız çünkü onun davası bizim davamızdır, onun değerleri bizim değerlerimizdir, onun kavgası bizim kavgamızdır. İsrail’in yanındayız çünkü yanlışın karşısında doğruya, kötünün karşısında iyiye, zulmün karşısında özgürlüğe inanıyoruz.”

Başkanı ve Başkan Yardımcısı Hırstiyan Siyonist olan bir Amerika’nın Ortadoğu’ya kan ve gözyaşından başka bir şey getirmesi beklenebilir mi? Ortadoğu’nun yarınlarını görebilme açısından, Stephan Sizer’ın Evanjelik itikadın ana hatlarını anlattığı kitabından ( Hıristiyan Siyonizmi) yapılan şu kısa alıntılara bir göz atalım: 

“Yahudiler Tanrı’nın seçilmiş kullarıdır... Hıristiyan siyonistler inanırlar ki iyi ile kötü arasında ‘büyük savaş’ olacaktır, Yahudilerle Araplar arasında bir barış olamaz. İsrail’in İslam’la uzlaşması, Filistinlilerle bir arada yaşaması Tanrı’nın iradesine ve beklenen Armageddon savaşına aykırıdır.”

“…Kıyamete yakın 7 yıl süren felaketler yaşanacak, ‘tanrısızlara karşı İsrail’in büyük savaşı’ (Armageddon)  zaferle sonuçlanacak ve İsa Mesih gökten inerek Kudüs’te ‘Göklerin Krallığı’nı ilan edecektir.”

EVANJELİKLER NİÇİN YARIŞIYOR?

ABD yönetimine Evanjelikler egemen olduğu sürece Ortadoğu’nun rahat yüzü görmesi mümkün görünmüyor. Anlaşılan o ki, bölgenin enerji kaynakları ve İsrail’in vaad edilmiş topraklarına kavuşma mücadelesi dünyanın gündeminden hiç düşmeyecektir. 

İran’ın Suriye krizi sürecinde elde ettiği kazanımlarla, oluşturduğu nüfuz bölgeleriyle İsrail için bir tehdit oluşturduğuna inanan ve İsrail’in ideallerine hizmet ettiği oranda ödüllendirileceğine inanan Evanjeliklerin İran’ı etkisizleştirmek adına her fırsatı kullanabilecekleri anlaşılıyor. İran’ın, aynı zamanda, ABD’nin korkulu rüyası olan Yeni İpek Yolu’nun sahibi Çin ile çok girift ilişkileri de, İran’ı vurmak için fırsat kollayan Evanjeliklerin belli bir aşamaya kadar ABD derin devleti tarafından desteklenmelerine neden oluyor. 

İran’ı hedef alacak bir saldırının Türkiye’yi yakından etkileyeceği biliniyor. 

Önümüzdeki günlerde İran’dan daha sık söz edeceğiz..

Çok dikkatli olmamız gereken bir süreçten geçmekteyiz. Seçim propagandaları kadar, bölgesel ve küresel gelişmeleri de izlemek durumundayız.