ERMENİ MESELESİNE DEĞİNMELER

OĞUZ ÇETİNOĞLU

Her yılın 24 Nisan’ında Türkiye’nin, Ermenistan’ın ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin gündeminde ‘Ermeni Meselesi’ vardır. Ermeni dostu Türk tarihçi, Taner Akçam, ‘Ermeni meselesinden değil, Türk meselesinden bahsetmenin daha doğru olacağını’ söylüyorsa da yanılıyor. Bay Akçam devam ediyor: ‘Öncelikle yapılması gereken meseleyi çözmeye yönelik bir dilin yaratılmasıdır.’ Kendisi bu dili yaratmış: ‘Türkiye, Ermenilere kin ve nefret kusan yayınlara son vermelidir.’ Bitmedi: Türkiye-Ermenistan sınırı açılmalıymış, açılan kapıya ‘Hırant Dink Kapısı’ denilmeliymiş, özür dilenmeliymiş, geçmişin zararlarını giderici bir dizi güzel girişimler gündeme getirilmeliymiş… ‘Güzel girişimlerin’ neler olduğunu açıklamıyor. Daha doğrusu açıklayamıyor. ‘Ermenilerin isteklerini kabul etmek’ olsa gerek. Ermenilerin ne istediği belli: Milyarlarca dolar tazminat ve Güneydoğu Anadolu bölgemizden 6 veya 8 vilayetin Ermenilere bağışlanması… 

103 yıl önce 19 Şubat 1915’te; Ermeni çetelerinin başlattığı Van İsyanı sonucu Van'daki Müslüman Türklerin  % 62’si, Bitlis'tekilerin % 42’si, Erzurum'dakilerin % 31’i, Diyarbakır'dakilerin ise % 26’sı Ermeni çeteler tarafından vahşi bir biçimde öldürüldü. 

Peki, Ermeni militanların katlettiği Müslüman Türklerin hesabını kim verecek? Bizler elbette hesap peşinde değiliz. Şehitlerimiz ve Gazilerimiz, Ermenilere ikram edilmek üzere mi kan ve can vererek toprak fethedip vatan yaptılar? Varlıklısı ve fakir fukarası, Ermenilere tazminat ödemek için mi devlete vergi veriyor? Bu soruları sormak mecburiyetindeyiz. Akçam bu sorulara cevap verebilir mi?

Akçam, Bruce Fein’in hazırlayıp yayınladığı raporu ya bilmiyor veya yalan söylediğini iddia ediyordur. Fein, ABD eski başkanlarından Ronald Reagan’ın danışmanıdır. 2009 yılında, Beyaz Saray’ın yaptırdığı araştırma, Ermeni meselesinde hakîkatleri ortaya koyuyor.  

BRUCE FEİN RAPORU

Raporda şu cümleler var: 

Osmanlı Devleti’nin azınlıklara karşı ‘müthiş’ sayılabilecek bir şefkat gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar, kendi dini bağımsızlıklarını ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde devam ettirdiler.

Ermeni terör çeteleri Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın iki milyon civarında olduğu bir gerçek. Ermeni kayıplarının ise 500.000 civarında olduğu araştırmalarla ispat edildi. 

Burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihânetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD’de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük getiri sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen kazancı kaybetmek istemiyorlar.

Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak.

HODRİ MEYDAN

Bizim arşivlerimiz zâten açık. Ermenistan, Fransa ve İngiltere, hatta Rusya da arşivlerini açsın. Ak koyun-kara koyun aydınlığa çıksın.  

Akçam Efendi; ‘Türkiye özür dilesin, tazminat ödesin, toprak bağışlasın’ diye aslı yok yaylasındaki yüz bin koyunu bağışlayacağına, Türkiye Ermenistan arasında arabuluculuk yapsa, arşivlerin açılmasını sağlasa, bölge barışına yaptığı katkılar sebebiyle Nobel Barış Armağanı’nı alsa ne güzel olurdu. Öncekiyle ‘uyumlu bir çift’ oluştururdu.  

ŞÜKRÜ SERVER AYA…

İyi ki fanatik Ermenilerin yalanlarını çürütmek maksadıyla yüzlerce değil, binlerce belgeyi ortaya koyarak mücâdele eden tek kişilik ordunun yorulmaz komutanı ve fedâkâr neferi Şükrü Server Aya’mız var.  ‘Soykırım Tâcirleri ve Gerçekler’ten sonra, hacim itibâriyle küçük olsa da muhteva itibâriyle; ‘Ne yenir ne yutulur, bir demir leblebi ki çiğneyebilene aşk olsun’ dedirten ‘Büyük Yalan’ isimli eserini de yayımladı. Kendisine toplu iğnenin uca kadar da olsa yardım edenlere, gönülden binlerce teşekkürle mukabele ederken, resmî makamlardan, sadaka kabilinden de olsa bir teşekkür kelimeciği gelmemiş olmasına rağmen ilerlemiş yaşını, kilosunu ve sağlığını hiçe sayarak savaşa devam ediyor. Duymayanlar, bilmeyenler, duyup da ilgilenmeyenler… Ermeniler için tâziye mesajı yayınlayanlar… Bilmiş olasınız ki oynadığınız üç maymun rolünün ayıbı, yalnız size değil, çocuklarınıza da torunlarınıza da yeter. 

DUYMAYAN, GÖRMEYEN SÖYLEMEYEN YALNIZCA ÜÇ MAYMUN MU?

Ermenilerin belgelerle ispat edilmiş yalanlarına kulaklarını ve gözlerini kapatıp dilini bağlayanlar, Ermenilerden gelecek gülücükler için yeni yalanlar uyduruyorlar. Bunlardan birine göre; ‘Varlık Vergisi, 1942 yılında Ermenilerin mal varlıklarına göz konulduğu için çıkartılmış.’ 76 yıl önceki olayın iç yüzünü unutup, 103 yıl önceki olayları çarpıtarak hatırlamak, hatırlatmak… Ne kötü hastalık… AİDS’ten beter… Üstelik bulaşıcı…  Yalanın bu kadar irisini Ermeniler bile uyduramamışlardı. Ki onların, en üretken yalan makinesi oldukları bizzat kendileri tarafından kabul edilmiştir. Beş ayrı Ermeni târihçisinin yazdığı Ermeni târihleri bu ifâdenin delilidir. Gizli Ermeniler görmezler, söylemezler… Onlar, Ermenilerin yaptıkları şenâatlerin hepsini unutuyorlar, hatâları sebebiyle Ermeni dostlarının dedelerinin-ninelerinin ayaklarına batan dikeni ise dâima hatırlıyorlar. 

Onların bir parça haysiyeti olsa; mensubu bulundukları aziz ve necip Türk milletinin târihi ile, kültürüyle, hoşgörüsüyle, Yaradan’dan ötürü yaratılanı seven insaniyetiyle iftihar ederler, Ermeni müzisyen Gomidas Vartabet’e ağıtlar düzmezlerdi. 

KİMDİR BU GOMİDAS VARTABET?

Kütahya’da doğup İstanbul’da yaşayan râhip ve müzisyen Gomidas Vartabet, (1869-1935), devlete baş kaldıran âsi Ermenilere yardım maksadıyla konserler düzenledi. Muhakeme edilip suçlu bulununca mahkûm oldu. Hapiste cezâsını çekerken hastalandı. Türk mûsıkîsine yaptığı hizmetlerin yüzü suyu hürmetine Hâlide Edip (Adıvar) ve Mehmet Emin (Yurdakul), İttihat ve Terakki yönetimi nezdinde ricacı oldular. Tedâvi maksadıyla 1916 yılında Fransa’ya gönderildi. Sağlığına kavuşunca yurduna dönmeyi reddetti, Fransız vatandaşı oldu. Paris’te öldü. Ölümünden tam 68 yıl sonra, Ermeni sözde soykırım iddialarını sembolleştirmek maksadıyla Paris’te ‘Kin Anıtı’ olarak heykeli dikildi. ‘Millet-i Sâdıka’ olarak anılan topluluğun bir ferdi idi, fanatik Ermeniler, onu istismar edip bayraklaştırdılar. Biz Türkler, Artin Penik’e* sâhip çıkmayı düşünmemişken Gomidas’a ağıtlar yakmamız da ‘sâdıklarımızdan’ saymamız da mümkün değildir. ‘Bizim sanatkârımız’ olmaktan çıkmıştır. Fanatik Ermenilerin kumdan heykelidir o…

ÇÖZÜMSÜZLÜK DE BİR ÇÖZÜMDÜR:

Ermeni meselesi belki de hiç çözülmeyecek. Çünkü Ermeniler hiçbir şekilde tartışmaya yanaşmıyor. Türkiye’nin ‘tarihçiler heyeti kurulması’ teklifini Ermeniler de, parlâmentolarında soykırım yapıldığına karar vermiş Avrupalı ülkeler de kabul etmiyor. Mesele siyâsîleşmiş görünüyor. 

Çözümü de siyâsî olabilir mi? Türk milleti ve Erivan Ermenileri, siyâsî çözümü kabul etseler bile, içimizdeki gizli Ermeniler ile ABD Ermenileri kabul etmezler. Çünkü onların geçimleri Ermeni meselesinden… 

*Artin Penik: 07 Ağustos 1982 târihinde Ermeni ASALA terör örgütü  Türkiye’de ilk defa eylem yaptı. Esenboğa Hava Alanı’nda düzenlenen eylemde yolcu ve uğurlamaya gelen yakınlarından sekiz kişi hayatını kaybetti, 72 kişi yaralandı. Eylemcilerden bir terörist öldü, diğeri de ağır yaralı olarak ele geçirildi. Bu eylemleri protesto eden Ermeni asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, Ermeni asıllı Artin Penik, Taksim Meydanı’nda, üzerine benzin döküp kendisini yakarak intihar etti. Ardında, el yazısıyla hazırladığı ve  ‘Sizlere sesleniyorum ASALA cânileri’ diye başlayan bir mektup kaldı. Mektuptan birkaç satır: 

Mâsum insanları arkadan kahpece öldürmekle bu işler halledilmez. Siz emperyalistlerin oyununa geliyorsunuz. 1915’te de  emperyalistlerin oyunlarıyla yüz binlerce insan kaybldu. Kendinize gelin, sizi kandırıyorlar. Şurada birkaç bin Ermeni kaldı. Bunları da mı yok etmek istiyorsunuz? Fakat buna asla muvaffak olamayacaksınız. Bugün nasıl kardeşçe geçiniyorlarsa, bundan sonra aynen devam edecek. Fakat siz, kahpece günahsız insanları öldürmeye devam ederseniz, size yeminle söylüyorum kökünüz kazınacak. Ermeniler mert olur. Kahpece arkadan mâsum insanları öldürmez. Sizi biz asla Ermeni olarak kabul etmiyoruz. Lanetliyoruz.

Ölenlerin canına rahmet diler, yakınlarına sabırlar ve başsağlığı dilerim. Türkiye’deki bütün vatandaşlarım sabırlı olmalılar.

 

SENİN TEBEAN KADAR BENİM TALEBEM VAR.         

SENİN ÜLKEN KADAR BENİM BAHÇEM VAR.         

VE SENİN DEBDEBEN KADAR BENİM SAADETİM VAR.   

BEN SENDEN DAHA BÜYÜĞÜM EKSELANS!..     

SENİN ASKERİN KADAR DİNLEYİCİM,                              

SENİN TEBEANDAN ÇOK OKUYUCUM…     

VE  -OLDU OLACAK, ONU DA SÖYLEYIM-      

SENİN GÖVDEN KADAR BAŞIM VAR.       

BEN SENDEN DAHA BÜYÜĞÜM  EKSELANS!..        

SENİN BAYRAĞIN KADAR, MENDİLİM,      

SENİN MUHAFIZ KITAN KALABALIĞINDA AİLEM,     

SENİN UNVANINDAN BÜYÜK İMZAM VAR.  

BEN SENDEN DAHA BÜYÜĞÜM  EKSELANS!..     

SENİN TÂRİHİN KADAR, ÇOCUĞUMUN YAŞI VAR.  

SENİN HUSUSÎ KÂTİBİN BOYUNDA KURŞUN KALEMİM VAR.    

MÜSADENLE, BEN SENDEN DAHA BÜYÜĞÜM EKSELANS!..

(Yazarı belli değil)

TÜRK MİLLETİNİN GENLERİNDE IRKÇILIK DÜŞÜNCESİ YOKTUR!

TURGAY TÜFEKÇİOĞLU

‘TÜRK’ bir ırkın değil binlerce yılda gelişen ortak kültürümüzün adıdır. Türk milliyetçiliğinin fikir babalarından İsmail Gaspralı ‘Dilde, Fikirde, İşte Birlik’, Yusuf Akçura ‘Üç Tarz-ı Siyaset’, Ziya Gökalp ‘Irk atlarda aranır’, Atatürk ‘Ne Mutlu Türk’üm diyene’, Alpaslan Türkeş ‘Onlar ne kadar Kürt’se biz o kadar Kürdüz, Biz ne kadar Türk isek onlar da bizim kadar Türk'tür.’ Prof. Oktay Sinanoğlu ‘Milletin temeli kültür genlerimizdir’ der ve Atatürk’ün ‘Türk demek Türkçe demektir, ne mutlu Türk’üm diyene’ sözünü de vurgular. Bu fikir önderlerimizin hepsi ırkçılığı reddetmişlerdir. Yaşayan Türk Milliyetçiliğinin fikir önderlerinden olan Prof. Orhan Türkoğan ve Prof. İskender Öksüz’ün kitaplarındaki ana görüşün kültüre dayalı millet fikri olduğunu görürsünüz.

Türk târihinin ilk yazılı belgelerinden olan Orhun Yazıtlarında da millet için önemli olanın kültür birliği olduğunu görürüz. Bu yazıtlarda Türk milletinin târifi: ‘Ökük Türük’ şeklinde yapılmıştır.  Ökük Türük; ‘bir fikir etrafında birleşmiş türlü insanlar’ demektir. Özetle somut kan bağından değil soyut olan kültür-maya birliği sonucu olarak meydana gelen topluluk Türk Milleti olarak târif ediliyor. Kaldı ki bugünün ilmî araştırmaları bize ilk ve orta çağlarda çok önemli sanılan kanın aslında sadece kimyevî bir sıvı (Hemoglobin) olduğunu bildiriyor. Mühim olan nasıl bilgisayarın kasası değil içindeki programsa, insanlar da doğarken eşit yaratıldığına göre önemli olan maddî vücut değil beyinde eğitimle oluşan bilinçtir, hayat boyu edinilen kültürdür. Milleti yaratan, insanın kendi milletine olan mensubiyet duygusudur: Bu da ortak kültür sonucunda gelişir ve kazanılır. Sonuç olarak ölene kadar sizin olan kanaatler oluşur ve kişiliğinize yerleşir. Millet bu bireylerin toplam iradesidir, ortak bileşkesidir.  

Yeni doğan bir bebeğin kan uyuşmazlığından dolayı kanını bir başka milletten olan birinden kan alarak değiştirdiğimizde bebek o kanı veren insanın çocuğu olmaz. Dolayısıyla bilim açısından hangi ırk hangi kafatasçılıktan bahsediyoruz. 2018 yılındayız. İlmî olarak ırkçılık, kafatasçılık geçmişte kalan yanlış değer yargılarıdır. Almanya ya 1960’larda giden işçilerimizin bugünlerde 3. kuşak çocukları hayatta ve Almanlar anne babaları Türk olan bu genç kuşağın Almanya’da kalması için onların kültürel olarak Almanlaşmasını istiyorlar. Demek ki asıl olan kültürdür. Bugün bunu en iyi anlayanlar,1940’larda üstün ırk olduklarına inanan Nazilerinin çocukları olan Almanlardır. Onlar bile bir millete mensubiyet için maddî olarak ırkın önemli olmadığını, asıl kültürün önemli olduğunu gördüler. 

KIZILELMA

HASAN KÜLÜNK...

Kızılelma bir hayaldir koştukça uzaklaşan uzaklaştıkça cazibesi/gücü artan bir hayal. Sosyal genlerimize programlanmış, sosyal hâfızamıza konumlanmış büyük Türk milletine hareket ve canlılık veren bir tılsım gibidir o. Kızıl elmaya gitmek sâdece ülkeler, vatanlar, kıtalar fethetmek değildir. Kızıl elmaya gitmek insanların gönlüne girmek, gönülleri fethetmektir bir anlamda. Türk'ün fetihlerini uzun ömürlü ve kalıcı yapan da işin bu yönüdür.

Eğer öyle olmasaydı Attilâ  Roma'dan geri döner miydi. Eğer öyle olmasaydı Sultan Fâtih fethettiği İstanbul'da Patrikhaneyi koruyup çan seslerine izin verir miydi. Eğer öyle olmasaydı Kudüs'te dört yüz yıl, üç büyük din, bilmem kaç mezhep mensubunu bir manga askerle bir arada kardeş kardeş yaşatabilir miydi?

Biz Türklerin ruhundaki yayılmacılık arzusu ego ve hükmetme duygularından ziyâde; kurtarma, yüceltme, dalga dalga bütün insanlığı yüksek fikir ve değerlerle buluşturup tanıştırmak gibi ulvî bir temele istinat etmektedir.

Yayılma ve fetih arzumuz, dalga dalga milletimize, bütün Müslümanlara ve değişik dinlerden mürekkep bütün mazlum milletlere müteveccih bir mübârek, mâsum kurtarma ve yükseltme hedefinden beslenmektedir.

Gözümüzde millet ümmet insanlık kavramları; yakınlık uzaklık belirleyicisi olup insanlar arasındaki tek ayracımız mazlum/zâlim ayracıdır. Biz inanıyoruz ki evvelen milletimizi âhiren din kardeşlerimizi ve sonra bütün mazlum milletleri sevmek düşünmek ve hepsine büyük mesajı iletmek durumundayız. Düşmanlığımız sâdece zulme ve zâlime karşıdır. Dini ve milliyeti dahi sorgulanmaksızın her türlü zulme ve mümessiline düşmanız ve onlarla kıyamete kadar cenk edeceğiz.

                                                

GENCELİ NİZÂMΠ

Doç. Dr. ABDULHÂMİD AVŞAR*

Genceli Nizâmî 1141’de dünyaya geldi. Asıl adı Yusuf oğlu Müeyyez’dir. ‘Nizamî’ O’nun lâkabıdır. ‘Nazma çeken’ veya ‘sözleri düzene koyan’ demektir. Asil bir aileye mensup olan Nizâmî, bütün ömrünü Gence şehrinde geçirmiş ve ismi burayla müsemma olmuştur. O’nun yaşadığı yüzyılda, Anadolu ile Azerbaycan coğrafyası, bugün olduğu gibi pek çok ortak değere sâhipti. Bunlardan biri de ahîlik teşkilatıydı. Nizamî ‘Şeyhler şeyhi’ olarak da anılıyordu ve bu söz, dinî mânâsının yanında, ‘şehrin büyüğü, bilgilisi, aksakalı’ mânâsında da kullanılıyordu. ‘Şıh’ lâkabı da O’na, ahîlik teşkilatının önde gelenlerinden biri olduğu için verilmiş ve ölümünden sonra mezarının bulunduğu geniş düzlük, ‘Şıh Düzü’ olarak anılmaya başlanmıştır. 

Nizamînin mezarı üzerine anıt dikme çalışmaları 1940 yılında başlamış ise de, İkinci Dünya Savaşı’nın kızışması ve yayılması üzerine kesintiye uğramış ve türbe ancak 1947 yılında tamamlanabilmiştir.

Anıt türbe bitirildikten sonra birçok sıkıntı ortaya çıkmış. Çevre düzenlemeleri eksik kalmış, daha da önemlisi kullanılan taşlar yeterli dayanıklılığa sâhip olmadığından, dış duvarlar ciddî şekilde aşınmaya uğramış. Bunun üzerine 1979 yılında kabul edilen bir kararla Nizamî anıtının yeniden inşa edilmesine karar verilmiş. Başlatılan çalışmalar, ölümünün 850. yılı dolayısıyla UNESCO tarafından Nizâmî yılı ilân edilen 1991 yılında tamamlanarak bugünkü anıt açılmıştır. 

Nizâmî, devrinin yaygın edebî anlayışına uygun olarak şiirlerini, Mevlana Celaleddin Rûmî gibi, Farsça kaleme almıştır. Çünkü o dönem Türk ülkelerinde saray dili umûmiyetle Farsça idi. Şâir, şiirlerini Farsça kaleme alsa da, sık sık mensup olduğu Türk milletinin yiğitlik ve şecaatine atıfta bulunur ve bundan büyük gurur duyduğunu saklamaz. Anıtın batı yönünde Hamsesinde yer alan beş eserinden birer sahnenin tasvirleri yer almaktadır. Büyük şair, önemli eserlerini ‘Hamse’ adıyla bir araya toplamıştı. Hamse, Türkçe ‘beş’ anlamına gelmektedir ve ‘Sırlar Hâzinesi’, ‘Hüsrev ve Şirin’, ‘Leyla ve Mecnun’, ‘Yedi Güzel’ ve ‘İskendernâme adlı manzum eserlerini ihtiva eder.

*TRT İstanbul Müdürü. / Şehir ve Kültür Dergisi: Sayı: 41, Sayfa: 14-15, İstanbul Aralık 2017