KÖYÜMÜZE DÖNMEYECEĞİZ, FADİME’Yİ DE GETİRECEĞİZ...

İLHAN KARAÇAY

HOLLANDA HABER’i yöneten dostlarım, Kasım sayısına,‘Toplanın gidiyoruz’ yerine, ‘TOPLANIN GİTMİYORUZ !’  şeklinde bir manşet düşürmüşler.

Nereden nereye mi?

Avrupa’dan Türkiye’ye tabii…

Ben de bu esprili manşete (Ferdi Tayfur’un bir şarkısından esinlenerek) uygun bir yorum yazıyorum.

Köyümüze dönmeyeceğiz, Fadime’yi de getireceğiz…


1964 yılında imzalanan işgücü anlaşmasından bu yana tam 53 yıl geçti.

Türkler 1964 anlaşmasından önce, yâni 1960’tan bu yana Hollanda’ya gelmeye başladılar.

Ben, dünya turu yaparken yolumun düştüğü Hollanda’ya 1967 yılında geldim.

Yani tam 50 yıldır Hollanda’dayım.

Hollanda’ya gelen her Türk, üç beş yıl çalışıp, bir tarla ve bir traktör alma hayâli yaşıyordu. Çabucak köylerine geri dönme plânları yapıyor ve çalışıyorlardı. Fakat öyle olmadı. 

Bizler her on yılda değişik problemlerle mücâdele ettik. İlk on yılda, işyerinde ‘suyu sıkılan’, hastalık hâlinde doktorlar tarafından zorla işe gönderilen yurttaşların problemleriyle uğraştık.

İkinci on yılda, aile birleşiminden kaynaklanan iskân meselesi ile uğraştık.

Üçüncü on yılda, çocuklarımızın eğitimi ile uğraştık.

Dördüncü on yılda, Avrupalıların bizi Avrupa Birliği´ne kabul edip etmeme meselesi ile uğraştık.

Son on yılda ise, yurt içindeki siyâsî tartışmaların yurtdışına sıçrayışı ile uğraşıyoruz.

Avrupalılar´ın, bizi AB´ye alıp almamaları artık çok daönemli değil. Zira biz 5 milyonluk bir nüfus, yüzbin kişilik bir müteşebbis topluluğu, binlerce politikacı (ki, bunların içinde Bakanlar, milletvekilleri, Vilâyet ve Eyâlet Meclisi üyeleri, Belediye Meclisi üyeleri var) ve binlerce de akademisyen ile zâten Avrupa´ya girmişiz. Hattâ buna ´girmişiz´ demek de hatâ, ´içeriden fethetmişiz´ demek daha doğru olacak.

Hayat mücâdelesini Hollanda’da devam ettiren Türkler içinde, başarılara imza atanların sayısı gittikçe artıyor. Anavatanı, 'arsa ve traktör almak' için terkeden bu insanlarımızın çoğu, şimdilerde esnaflıktan orta boy işletmeciliğe ve sonunda da büyük işadamlığına imza atıyorlar.

Öyle ya, Hollanda'ya bir asır önce gelmiş olan bir İtalyan, biraz palazlandıktan sonra bir 'dondurmacı' dükkânı açabilmişti. En kabadayı İtalyan da nihâyetinde bir 'spagetti, makaroni ve pizza' dükkânı açabilmişti. İtalyan öylece kaldı. 50 yıl önce buralara gelen bir İspanyol hiçbir girişimde bulunmadı. İşçi geldi, işçi gitti ve de işçi olarak öldü. 50 yıl önce gelen bir Faslı, 'İslam kasabı' olmaktan öte bir şey yapamadı. Bunlara karşılık Türklerin neler yaptığına bakıldığı zaman, yerli halkın bile yapamadığı işlere el uzatmış oldukları görülür.

Tabii ki Türkler bu işleri düşe kalka yaptı. Avrupalının hiç de alışık olmadığı bir sistemle, ana, baba, kardeş, amca, dayı dayanışması ile paralar toplandı ve akıllara yatan bir esnaflık başlatıldı. Tecrübesizlik pek çoğunu iflasa götürdü. Ama nasıl ki bir çocuk düşe kalka yürümeyi öğrenirse,  bizim insanlarımız da düşe kalka esnaflığı öğrenmeye başladılar.

Bunları yapanlar, şimdi yaşları 80’e dayanan birinci nesil insanlarımızdı. Yaşları 50'yi bulan ikinci nesil insanlarımız bu işleri devraldılar. Üçüncü nesil insanlarımızın bir kısmı iyi bir eğitimden geçtiler. Bunların hesapları daha kuvvetli. Bunlar sâdece Türk lokantaları değil, İtalyan, Fransız, Yunan, Meksika, Arjantin ve ilgi çeken her ülkenin lokantasını işletiyorlar. Düşünün bir kere, Amsterdam'da, kapısında 'Peppino' yazılı bir lokantaya giriyorsunuz, karşınıza İtalyanca konuşan personel çıkıyor. Bakıyorsunuz bunların tamamı Türk. Aynı durumla bir Fransız ve Meksika lokantasında da karşılaşabilirsiniz. İşte bunların hepsi üçüncü nesil çocuklarımız. Üçüncü nesil insanlarımız arasında bakanlıklarda, bankalarda, sigorta şirketlerinde, telekomünikasyon firmalarında ve aklınıza gelebilecek her branşta önemli koltuklara oturmuş olanların sayısı da çok.

Sevinerek belirtelim ki, yetişmekte olan dördüncü nesil insanlarımızın büyük bir çoğunluğu 'süper insan' olacaklar. Görülüyor ki, iki ana dil ve iki ana kültürle yetişmekte olan bu insanlarımızın, yerli halktan fazlaları var. Zira bu insanlar, yerli halk gibi tek dil ve tek kültür bilinci ile değil, iki dil ve iki kültür bilinci ile 'düşünür' oluyorlar. Abartmış olmayalım ama bunların çoğu bir filozof kadar bilinçleniyor.

İşte, bu filozofi ve hâlet-i ruhiye içinde yetişmekte olan insanlarımızın bu başarıları dikkat çekmeye başladı. Bakanlıklar ve üniversiteler bu konu üzerine eğilmeye başladılar. Küçük ve orta ölçekli işletmeler birliği de bu konuya eğildi.

Sözün kısası: Köyümüze gitmiyoruz kardeşim. Fadime’yi de inadına buraya getireceğiz.

İLHAN KARAÇAY

23 Aralık 1942 târihinde Mersin’de doğdu.  Küçük yaşlarında Mersin’de ailece sâhip oldukları motel, plaj, gazino ve kampingten oluşan turistik tesislerin işletmeciğini yaptı. 

Yirmi beş yaşında, çalıştırdığı turistik tesislere gelen bir Yunan kaptan hayatını değiştirdi ve onun gemisi ile Çin’e gitti. Çin’de Mao’nun Kültür İhtilali yaşandığı yıllardır. Maksadı gazeteci olarak Çin hakkında yazmaktır.  Şanghay’a vardığında ilk işi postahâneye gidip yol boyunca uğradıkları limanlardan çektikleri fotoğrafları ve alaka çekici haberleri AKŞAM Gazetesi’ne gönderir.

Bir müddet sonra Çin’de sarılık hastalığına yakalanır. Hastaneye yatırılırsa da gemi gittiği takdirde Çin’de kalamayacağı için hastaneden kaçar. Gemiyle İngiltere’ye gider. Hastanede yattığı 75 gün içerisinde İngilizce öğrenir. Londra’dan Türkiye’ye dönerken Hollanda’ya uğrayan Karaçay, Hollanda’daki hayatı ve insanları çok sevdiği için burada kalmaya karar verir. Avrupa’da basılmakta olan Tercüman Gazetesi’nde çalışmaya başlar. Daha sonra Hürriyet Gazetesi’ne geçer ve profesyonel gazeteciliğe adım atar, TRT muhabirliğini de üstlenir. 

İlhan Karaçay 1976’da Türk Hava Yolları’nın Utrecht Bölgesi Genel Satış Acenteliği’ni üstlenerek turizm işine girdi. Sigorta ve kredi işleri yaptı. 1983 yılında Türkiye’ye, 1986’da Hollanda’ya döndü.  1994 yılında Frankfurt’a yerleşti ise de Hâlen Hollanda’da gazetecilik, belgesel çekimi gibi işlerine devam ediyor.  

YENİ YIL

Yeni yıl kutlamalarının, Hz. İsa’nın doğum târihiyle, Hıristiyanlıkla ve Mûsevîlikle bir alakasının bulunmadığını, Türk olduklarına dâir kesin bilgiler bulunan Sümerlerde yeni yıl kutlamalarının yapıldığını iddia edenler vardır. Bu gibi iddiaların sonu, ‘haydi hep birlikte eğlenelim, yeni yılı kutlayalım.’ Cümlesine bağlanır. 

Gerçekten de güvenilir kaynaklarda Hz. İsa'nın doğum târihine dair kesin bir bilgi yoktur. Hıristiyan kaynaklarında bile farklı târihler verilmektedir. Hz. İsa’nın doğum târihinin yıl olarak milattan dört ile altı yıl önce olduğu belirtilmektedir. Batıda bulunan kiliseler 25 Aralık gününü doğum târihi olarak kabul edip kutlarlarken, Doğu kiliseleri ise bu târihi 6 Ocak olarak kabul etmektedir. 

Katolikler, 25 Aralık gecesini kiliselerde âyinler yaparak değerlendiriyorlar. 31 Aralık’ta kiliselerde âyinler yoktur, evlerde eğlence vardır. 

Eski Türklerde yılbaşı Nevruz günü idi. Günümüzde kullanılan takvime göre 21 Mart’a tekabül etmektedir.  Çin kaynaklarında; Türk olduklarından şüphe edilmeyen Hunların 21 Mart günü, evlerinde yapılan zengin çeşitli, bu güne mahsus özel ve güzel yemeklerle kırlara gittikleri tabiatla iç içe yaşadıkları, eğlendikleri, şenlikler düzenledikleri kayıtlıdır. Bütün bunlar, 21 Mart günü içindir. 21 Mart’ın gecesinde eğlence düzenlendiğine dâir hiçbir bilgi yoktur.

Aynı gelenekler, Hunlardan sonra Uygurlarda da görülmüş ve günümüze kadar gelmiştir. Uygurlar tarafından yapılan resimlerde 21 Mart günlerinin kutlandığı görülmektedir.  

Selçuklularda da Nevruz bayramının eğlencelerle kutlandığı şenlikler tertip edildiği, insanların birbirlerine hediyeler verdikleri kayıtlarla sâbittir..  

Osmanlılar da önceleri 21 Mart gününü benzer şekilde kutluyorlardı. Osmanlılarda ilk yılbaşı kutlamaları, 31 Aralık 1839 târihinde yapıldı.   Hatırlanacağı üzere, 3 Kasım 1839 târihinde Tanzimat Fermanı imzalanmış, taklitçilikten ibâret batılılaşma hareketleri başlamıştı. Görüntü olarak batılılarda ne varsa; batı hayranı, batıcılar aynen İstanbul’da da tatbik ediyorlardı. Yazıldığına, anlatıldığına göre, gözlerinde hiçbir görme kusuru olmayan batı hayranları, terzihânelerdeki model dergilerinde gördükleri monokl (tek camlı gözlük) kullanan erkekleri taklit ederek monokl kullanıyorlardı. Yılbaşı kutlamaları bu beylerle İstanbul’da başladı. Yıllar sonra Anadolu’ya sirâyet etti ve bütün ülkeye yayıldı. Onlarda bile belli bir ölçü, belli bir seviye vardı.

İstanbul’un işgal günlerinde İngiliz, Fransız ve İtalyanların düzenledikleri rezâlet derecesindeki çılgın eğlenceler, batıcı elitler tarafından benimsendi, işret, israf ve sefâhat âlemlerine dönüştü. 

1950’li yıllara kadar Anadolu’da yılbaşı geceleri, mâsum eğlenceler yapılıyordu. Kestâne kebap, patlamış mısır, aile büyüklerinin nezâretinde bilmece-bulmaca, edepli fıkra anlatma, sesli ve hareketli taklitler… kutlama malzemeleri idi. Sosyetik ailelerde tek-tük tombala oynanıyordu. 

1960’lı yıllardan sonra çam katliamı Anadolu’nun ücra köşelerine kadar yayıldı. 

Evet! Yılbaşı kutlamalarının, Hz. İsa ile Hıristiyanlıkla, Mûsevîlikle bir alakası yoktur. Fakat Türk-İslam kültürü ile de hiçbir alâkası yoktur. 

Her şeye rağmen yılbaşı gecesini kutlamak isteyenlere körpecik çamların kesilmemesi şartıyla, hiç kimse engel olamaz. Fakat kim, neyi ve neye dayanarak niçin yaptığını bilmelidir.                                                  

YENİ YIL DUÂSI

Yeni yıl, yeni bir başlangıçtır. Her yeni güne başlarken olduğu gibi, yeni yılı dua ile karşılamak da bir tercihtir. 

Dua, her zaman her yerde inançlı insanların ümit kapısıdır. İnsanın bütün benliği ile Yüce Allah'a yönelerek O’ndan istek ve dilekte bulunması demektir. Dua, kulun Allah (c.c.) ile konuşması, hüznünü, sevincini ve çâresizliğini aracısız bir şekilde her şeye gücü yeten sonsuz kudret sâhibi ile paylaşmasıdır.

Son günlerde olup bitenleri üzüntüyle ve çâresizlik içerisinde tâkip edenler… Gelin hep birlikte, yeni yılın iyilikler, güzellikler getirmesi için dua edelim. Allah Zülcelal Hazretleri ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, ihlas ile yapılan duaların kabul edileceği müjdesini vermişlerdir. 

Anadolu’da insanlarımız gerektiğinde topluca yağmur duasına çıkar. Bâzıları şemsiyesini de yanında götürür. Onlar, dualarının kabul edileceğinden emindirler. 

Bizler de dualarımızın kabul edileceğinden emin olarak başlayalım:

Bizleri terör belâsından kurtar Allah’ım. 

Asırlar boyunca İ’lâ-yi Kelime-t’ullah için kanlarını sebil gibi akıtan, canlarını seve seve veren bu aziz milletin insanlarını mahallî ve beynelmilel terörün zâlim pençesinden kurtar Ya Rabb’im! 

Allah’ım, bizlere her şeyi Senin emirlerine, Peygamber Efendimizin tavsiyelerine uygun olarak usulünce yapan ve adâletle hükmeden yöneticiler ihsan eyle. 

Ya Rabbi! Sen sâhipsizlerin sâhibisin, bizlere sâhip ol Ya Rabbi! 

Bizleri adâletsizlerin adâletine bırakma. 

Bizler, ‘ileri demokrasi’ye (?!) değil, adâletine muhtacız. Esirgeme Ya Rabbi!

Adâletin tecellisini engelleyenleri engelle Ya Rabbi!

Bizleri, Senin Yüce Adınla aldatanların şerrinden koru Ya Rabbi!

Bizleri görünür görünmez lobilerin akrep gibi kıskacından koru, Ya Rabbi!

İnsanlarımıza ihtiyacımız olan ilahî adâletin üstünlüğünü-faziletini öğret Ya Rabbi!

Bizleri, nereden geldiğine bakmayıp çok kazananlardan değil, helalinden kazananlardan eyle. 

Allah’ım, seçilmiş ve tâyin edilmiş yöneticilerimize sâdık kapı kulları ile değil, liyakat sâhibi dürüst ve âdil kişilerle çalışmayı nasip eyle. 

Ya Rabbi! Bütün kullarını (vâde dolduğunda) yanına, bu dünyada temiz yaşamış kişiler olarak al. 

Rüşvetle, hırsızlıkla, avanta hediyelerle ve nesebi gayri sahih kazançlarla semiren arsız kemirgenlerden bizleri koru Ya Rabbi.

Allah’ım! Bizleri, mazlum ve mağdurlarla birlikte, zâlim ve mağrurlar için de dua edenlerden eyle. 

Kin, nefret, intikam, soysuzluk, yolsuzluk, düzenbazlık çirkeflerine bulaşmış olanlara, temizlenmeleri için fırsat ver Ya Rabbi! Onların gönüllerini, gözlerini, özlerini, yüzlerini ve de sözlerini Senin rızanı kazanmaya yönlendir. İçine düştükleri çukurları, nurunla doldur. 

Karşılaştığımız her kötülük anında bizleri; ‘Lailaheillallah’, verdiğin nimetlere kavuştuğumuzda ‘elhamdülillah’, bilerek veya bilmeyerek günah işlediğimizde ‘estağfirullah’  demeyi bize daima hatırlat Ya Rabbi!

Ey Kerem sahibi! Ey esirgeyenlerin en merhametlisi! Yolsuzluklardan hırsızlıklardan bunaldığımızda, terörün zâlim elleriyle tükendiğimizde, dayanacak gücümüz kalmadığında  ‘Medet Ya Allah’ dediğimizde imdadımıza yetiş Ya Rabbi! Bizleri bu duruma düşürmeye çalışan kişilere fırsat verme Ya rabbi!

Allah’ım, Sen bizleri vatansız,  vatanımızı bayraksız, İslamiyet’le yoğrulmuş vatan topraklarımızı camisiz, câmilerimizi minâresiz, minârelerimizi ezansız bırakma Ya Rabbi! 

Sana inanan, adaletle hükmeden, kalbi temiz, cebi ve kasası temiz, helal kazanıp helal yiyenleri iki cihanda aziz ve bahtiyar eyle. 

Ya Rabbim! Bizi yurtsuz, gönüllerimizi umutsuz bırakma.  

Yurdumuzun bağımsızlığını ve bütünlüğünü, milletimizin birliğini ve dirliğini kimselere bozdurtma Yarabbi!

Seçilmiş ve tâyin edilmiş… devletimizin bütün yöneticilerini sırat-ı müstakimden ayırma. Bizi kurtuluş ve yükseliş yolunun yolcularından eyle Ya Rabbim! 

Her gün yeni bir başlangıçtır. 1 Ocak 2017, sıradan bir başlangıç olmasın. Her türlü belâlardan, musibetlerden kötülüklerden, çirkinliklerden ve kirlerden kurtuluşumuzun, temizlenişimizin başlangıcı olsun ya Rabbi!

Allah'ım! Çoğumuzun günahı çoktur. Huzuruna çıkmağa yüzümüz yoktur. Senin rahmetin boldur. Rahmetini esirgeme bizlerden…

İçimizdeki soysuzların, hırsızların, haram yiyicilerin yüzünden,  içimizdeki mâsum ve mazlumları sen mağdur etmezsin. Biliyor ve sonsuz güvenle sana sığınıyoruz. Bizi kapından geri çevirme Ya Rabbimiz.  

OĞUZ ÇETİNOĞLU

DÜŞÜNENLER İÇİN

EZAN OKUYAN HOROZ

Bir horoz varmış. Her sabah ezan okuyormuş. Bir gün âhibi demiş ki:                                                                                                

-Ezan okuma! Okursan seni keserim. 

Bu tehdit karşısında horoz korkmuş ve kendi kendine demiş ki: ‘Canımı kurtarmak için ezan okumaktan vazgeçmeliyim. Nasıl olsa benden başka horozlar var. Onlar okurlar.'

Horoz ezan okumayı bırakmış.

Bir hafta sonra sâhibinin yeni bir emriyle karşılaşmış:

-Eğer tavuklar gibi gıdaklamazsan seni keserim.

Horoz bu tehdit üzerine horoz gibi ötmekten de vazgeçmiş ve bir hayli zorlanarak da olsa, tavuklar gibi gıdaklamaya başlamış,

Horoz bir ay sonra sâhibinin üçüncü emri ile karşı karşıya kalmış:

-Tavuklar gibi yumurtlamazsan seni keserim!

Bunun üzerine horoz pişmanlık içinde kendi kendine söylenmiş:

-Keşke ezan okuduğum için kesilmeye râzı olsaydım. Benim için şerefli bir ölüm olurdu. 

*   *   *

Sözün kısası:

Diktatörlerin karşısında mum gibi durmayı kabullenenler, günün birinde yakılmaya râzı olmuşlar demektir.